19 Mart 2024

“TÜRKÇE’NİN RESMİ DİL OLARAK İLAN EDİLİŞİNİN EN BÜYÜK ŞEREF PAYI, KIRŞEHİR’E DÜŞER”


ÂŞIK PAŞA’NIN “GARÎB-NÂME ” İLE ORTAYA ÇIKTIĞI BU BAŞKALDIRI;

ATATÜRK’ÜN “DİL DEVRİMİ’YLE DE BULUŞACAK OLAN TÜRKÇENİN İSTİKLAL MÜCADELESİYDİ

Türkçe’nin bir “yönetim dili” olarak 1277’de, Karamanoğlu Mehmet Bey’in girişimiyle oluşu tarihsel olarak dikkate değer bir yeniliktir.

Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya tahtını bastığında halka hitaben yayınladığı ilk fermanda “Bundan sonra divanda, dergahta ve bârgâhta (saray ve resmi daireler), mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.” demiştir.

Türkçe’nin “resmi dil” olarak ilan edilişi olayı doğrudan doğruya Karamanoğlu Mehmet Bey’le de sınırlı değildir. Karamanoğulları’nın atası Nuri Sufi aynı zamanda bir Babai Şeyhi olup, Baba İlyas’ın halifesidir. Dilleri saf Türkçe’dir. Baba İlyas’ın oğlu Aşık Paşa’nın’nın babası Baba Muhlis, bu hadiselerde etkin bir rol oynamıştır.

Türkçe’nin “dönemin resmi yönetimine karşı ayaklananlar” tarafından resmi dil ilan edilmesine giden sürecin yegâne dinamiği, bizim Aşık Paşa’nın’nın dedesi Baba İlyas’ın kurduğu ve filizlendirdiği ocaktır.

Bu yüzdendir ki, Kırşehirli araştırmacı Cevat Hakkı Tarım“Meşhur Cimri vakasında Konya’yı zaptettikten sonra 1277 yılında çıkarttığı bir fermanla Türkçe’nin resmi dil olarak ilan edilişinin en büyük şeref payı Muhlis Paşa’ya ve Babailer’in karargahı olan Kırşehir’e düşer” der.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in; “Kuran dili” olduğu için medreseler vasıtasıyla vücut bulan Arapça’ya ve işlenmiş bir “edebiyat dili” olan “Farsça”ya karşı tutumu Türkçe’nin vücut bulması doğrultusunda dönemin yönetimine karşı ilk siyasi çıkıştır.

Anadolu Selçuklu SultanlarıTürk boylarıyla Anadolu’da ilk Türk devletini kurmalarına karşın, İslamiyet’in etkisiyle Arapça’ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça’ya resmi dil gözüyle bakmışlar, kendi kavimlerinin dilini savsaklar duruma düşmüşlerdir. Bu anlamda Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, bu duruma karşı Anadolu’da ilk eylemliktir.

FARSÇA VE ARAPÇA UNVANLAR ALAN “SELÇUK SARAYI”NA KARŞI…

Zira söz konusu dönemde Arap, Fars ve Türk kültürleri arasındaki savaş; Türkçe adlar yerine eski İran isimleri almaya başlayan, Şehnâmeler yazdıran, Farsça ve Arapça unvanlar alan “Selçuk Sarayı”na karşı, kendi kültürlerine inatla sahip çıkan geniş Türkmen kesimleri arasındadır.

Nitekim Sarı Saltuk menkıbesi, ayrıca Baba İlyas, Hacı Bektaş, Seyyid Mahmut Hayrani, Hacı İbrahim Sultan, Hacim Sultan, Ahi Evren, Seyyid Harun gibi şahsiyetler hakkında yazılan menakıp-nameler halk tarafından büyük ilgiyle okunurken, Fars edebiyatı Selçuk Sultanlarının destek ve himayelerinde büyütülmüştür.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu fermanı, Türk kültür tarihi bakımından mühim bir hadisedir.

Konuşulması istenmeyen dilin Farsça olduğu muhakkaktır. Bu karar, herhalde yalnız Karamanoğlu Mehmet Beyin değil, o zaman sayısı epeyce fazlalaşmış bulunan aydın Türkler’in duygusunu ifade etse gerektir. Zira bu esnada Klasik Türk Edebiyatı da ilk mahsullerini vermeye başlamıştır.

İSLAMİYET’İN ETKİSİYLE ARAPÇA ’YA,

İRAN KÜLTÜRÜNÜN ETKİSİYLE FARSÇA’YA

…Evet Osmanlı’da Arap ve Fars hayranlığının, din devleti olmanın bir sonucu olarak “dinin dili”nin egemenliğine giren Türkçe, yüzyıllar süren bu boyundurukla yok oluşa giderken bu karşı koyuşu her şeye karşın Yunus Emre, Aşık Paşa, Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük Türk Mutasavvıflarıyla ve Halk Ozanları aracılığıyla ve de halkın sözlü kültürüyle yaptılar.

Anadolu toprakları Dede Korkut, Yunus Emre, Aşıkpaşa, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Sait Faik, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve daha yüzlerce, binlerce büyük sanatçılar çıkardı bağrından.

İslamlığı, İran kanalıyla tanıyan ve yine bu kanaldan benimseyen Oğuzlar, başlangıçta yerleşik düzenin gerektirdiği İslami kurumlaşmayı İran damgasıyla benimsemiş yine Kaşgarlı Mahmut’un anlatımıyla “Farslarla düşüp kalkmaya başlayınca Türkçe kelimeleri unutup onun yerine Farsça kullanır olmuşlarıdır.”

Anadolu Selçuklu SultanlarıTürk boylarıyla Anadolu’da ilk Türk devletini kurmalarına karşın, İslamiyet’in etkisiyle Arapça ’ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça’ya resmi dil gözüyle bakmışlar, kendi kavimlerinin dilini savsaklar duruma düşmüşlerdir.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, bu duruma karşı Anadolu’da ilk eylemlik olmuştu. Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe’ye üstün gelmiştir.

Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

Arapça ağırlığı dinsel kuralların icrası ve devlet işlerinin görülmesi noktasında kendisini ortaya koyarken, Farsça ise “Okumuşlar” sınıfının edebi zevklerini ve kaprislerini okşamıştır.

ŞERİATA BAĞLILIK DERECESİ ARTTIKÇA, TÜRK DEVLETLERİNDE ARAPÇANIN TÜRKÇE ‘YE EGEMENLİĞİ DE MUTLAK OLMUŞTUR.

Din kurallarına, şeriata bağlılık derecesi arttıkça, Türk devletlerinde Arapçanın Türkçe ‘ye egemenliği de mutlak olmuştur.
Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi Togan, “Türkçe ‘ye yüzyıllardır çeşitli kavimlerle temaslar sonucu pek çok yabancı sözlerin girdiğini, ancak bu yabancı kelimelerin İslam devrinde ve son zamanlarda şimdi gördüğümüz kadar geniş mikyasta tasallut ettiğinden” söz eder.

MEVLANA, BÜTÜN BÜYÜK ESERLERİNİ ARAPÇA VE FARSÇA YAZDI

Anadolu Selçuklularında hem resmi dil, hem de Hükümdarlara ve ümeraya ithaf edilen eserlerin büyük çoğunluğu, Farsça olmuş, ama Türkçe kesinlikle kullanılmamıştır.
İster dinsel, ister edebi ya da bilimsel olsun aydınların dili Arapça ve Farsça olmuş, Türkçe ’ye düşünmeye yararı olmayan bir avam dili olarak bakılmıştır.
Mevlana Celaleddin Rumi, bütün büyük eserlerini Arapça ve Farsça yazmış, onun yerine geçen ve Mevlevi tarikatının manevi başı olan oğlu Sultan Velet (1226-1312) Farsça yazdığı metinlere biraz Türkçe eklemiş, dizelerindeki esinleri de İran şiirlerinden almıştır.
Sonuç olarak Arap ve İran medeniyetinin Türklere tesiri o kadar kuvvetli olmuştur ki; hem Selçukluda hem de Osmanlı da Türk dili hiçbir şekilde “devlet ve medeniyet dili” olamamıştır.

ÂŞIK PAŞA’NIN “GARÎB-NÂME ” İLE ORTAYA ÇIKTIĞI BU BAŞKALDIRI; ATATÜRK’ÜN “DİL DEVRİMİ’YLE DE BULUŞACAK OLAN TÜRKÇENİN İSTİKLAL MÜCADELESİYDİ

Âşık Paşa’nın,Türk dilinin Anadolu’daki ilk büyük soluğu, genel olarak Türk edebiyatında Anadolu’da ortaya çıkan temel eserlerinin en önde geleni olan 10 bin 592 beyitlik Garibnâme’si; Anadolu Türk kültürünün temel derinliklerine vakıf olmanın ve kök uçlarına ulaşmanın da en önde gelen başvuru kaynağıdır.

Kırşehir’de 1272 yılında doğup 3 Kasım 1332 tarihinde hakka yürüdüğü düşünüldüğünde Âşık Paşa; çocukluğundan başlayarak üç Selçuklu ve iki Osmanlı hükümdarı olmak üzere beş sultanın saltanat zamanlarını gördüğü de akılda tutulmalıdır.

Âşık Paşa’nın Garipnâme’yi yazdığı dönem, Orta Anadolu’da Eretneoğulları ve Kadı Burhanettin zamanında devlet dili Farsça idi. Garipnâme’nin Türkçe yazıldığından dolayı, kıymetsiz sayılmamasını isteyen Aşık Paşa, esasen dönemin şehirlerde yaşayan münevver sınıfın psikolojisini anlatmış, Türkçe’yi Arapça ve Farsça gibi bir ilim edebiyat dili değil, basit ve kaba bir konuşma dili sayanlara karşı milli bir edebiyat diliyle çıkmıştır.

Türkçenin o devirde hor görüldüğünü, öteki dillerde eserler verildiğini, Türk dili ile kimsenin ilgilenmediğini,
bu durumu Türk kavminin de bilmediğini ve Garib-nâme adlı eserini bunun için yazdığını,
böylece Türklüğün kendi dilinde eserler okuyup hikmetlere ulaşmasını ve mahrum
kalmamasını ister.

Eserinde Türk dilinin ihmal edilmiş olmasından yakınan Aşık Paşa şöyle der:

“Türk diline kimse bakmaz; Türklere asla gönül vermezdi.
Türkler de kendi dillerini, incelikleri ve yüce menzillerini bilmezlerdi.
İşte bu Garibname, onun için yazıldı, söylendi. Böylece bu dili konuşanlar, ince manaları anlayabilsinler.
Türkler ve Tacikler Türkçe ile aynı manalarda buluşup yoldaş olsunlar.
Aynı yolda birbirini yermesinler. Dile bakıp da manayı hor görmesinler.
Türkler de bu bilgilerden mahrum kalmasınlar, Türk dilinde Hakk’ı anlayabilsinler.”

“Gerçi kim söylendi bunda Türk dili
İll’malûm oldu ma’na menzili

Çün bilesin cümle yol menzillerin
Yirmeğil sen Türk ve Tacik dillerin

Kamu dilde vârıdı zabt-ı usûl
Bunlara düşmüş idi cümle ukûl

Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere her giz gönül akmaz idi

Türk dahi bilmez idi o dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri

Bu Garipname inen geldi dile
Kim bu dil ehli dahi ma’ni bile

Türk dilinde yengi mana bulalar
Türk ve Tacik cümle yoldaş olalar

Yol içinde birbirini yirmiye
Dile bakup ma’niye hor görmeye

Tâ ki mahrum kalmaya Türkler dahi
Türk dilinde anlayanlar ol Hak’ı'”

Aşık Paşa’nın Garipname’yi yazdığı dönem, Konya’da Fars(İran-Acem) dili yaygındır. Buna karşılık Kırşehir’de Süleyman Türkmani, Ahi Evran, Baba İlyas ve aile ve çevrelerinin savunduğu Türk dili ve kültürü egemendir. Aşık Paşa Fars diline direnenlerin başındadır.

Âşık Paşa şiirlerinde “Türkiye Türkçesi”ni ilk kullanan tasavvuf şairlerimizden olup. Yaşadığı dönemde en fazla okunan yazarlardan olduğu gibi, eserlerini saray ve çevresine yönelik olarak değil aksine geniş halk kitlesine seslenmeyi tercih etmiştir. Türkçe sade bir dil kullanmış bu yönüyle de Türkçenin Anadolu’da bir “Edebiyat dili” olarak yerleşmesine öncülük etmiştir.

Âşık Paşa’da ki güçlü “Türkçecilik” cereyanını; Orta Asya steplerinden kopup gelip X111.yüzyıl Anadolu’sunda tezahür eden bir geleneğin, Anadolu’da ki bariz ve güçlü bir yansıması olarak da değerlendirmek gerekir. Bu anlamda Âşık paşa; Arapça ve Farsçanın yaygın rağbet gördüğü bir dönemde Türkçe’nin de bir ilim ve edebiyat dili olarak işlenmesi ve gelişmesinin yegâne öncüsüdür.

Âşık Paşa‘nın “Garipname” eseri; “tıpkıbasım, karşılaştırmalı metin ve aktarma” olarak Prof.Dr. Kemal Yavuz tarafından; (Kırşehirli Prof.Dr. İlhan Kılıçözü’ nün teşvik, takip ve maddi katkılarıyla)  “Türk Dil Kurumu Yayınları”nca 2000 yılında 4 cilt olarak yayımlanmıştır.

Prof.Dr Kemal Yavuz;Garib-nâme” adlı eserin “Ön Söz” ünde emeği geçen Kırşehirlilere teşekkür ederek şöyle der:

“Garib-nâme hacimli bir eserdir. Bunun için manevî destek yanında büyük maddî desteği de gerektirir. İşin manevî yönünü Ahi Kültürünü Araştırma ve Eğitim Vakfı’nın önde gelen mensupları Galip Demir, Prof. Dr. İlhan Kılıçözlü, Prof. Dr. İlhan Şahin, Prof. Dr. Hüsnü Özek, Nevşehir Eski Milletvekillerinden Kırşehirli Ramazan Demirsoy, Yard. Doç. Dr. Erol Ülgen ve Dr. Ali Mazak ile diğer gönül ehli arkadaşlar yüklendi. Maddî tarafını ise, filmlerinden fotokopi ve baskı işlemlerine kadar ne gerekiyorsa, Prof. Dr. İlhan Kılıçözlü ile eşi Dr. Meral Kılıçözlü üzerine aldılar.”

“ÂŞIK PAŞA’NIN , ‘GARİPNAME’Sİ; MEVLANA’NIN ‘MESNEVİSİ’ ‘NE KARŞI ‘TÜRKCE NAZİRE’ OLARAK YAZILMIŞ GİBİDİR.”

Prof.Dr. Halil İnalcık Vefatından önce 2009 yılında katıldığı Fatih Altaylı‘nın “Teke Tek” Programında Aşık Paşa’ya‘ya ilişkin olarak şöyle demiştir:

“Kırşehirli büyük bir Türk sever alimimiz vardır. Bunun adı Aşık Paşa’dır. Aşıkpaşazade’de bunun torunudur.  . Bu Aşık Paşa, Garipname diye 4 cilt eser yazmıştır. Bu eser Mevlana’nın Mesnevisi ‘ne karşı bir Türkçe olarak  nazire gibidir….”  (https://www.youtube.com/watch?v=cWAFhbQkqZQ&t=3853s)

Anadolu Selçuklu Sultanları yüksek İslam eğitimi almış olup, Arapça’yı iyi bilmekte, aynı zamanda hepsi de Farsça bilip, konuşmaktadır. I. Kılıçarslan’ın oğlu Rükneddin Süleyman Şah gibi, kardeşi I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile bunun oğlu I. Keykavus da Farsî şiirler yazmışlardır ki, Anadolu Selçukluları’nın’nın ünlü vezirlerinden Sahib Divan Hoca Bedrettin Horasanlı, Hoca Fahreddin Ali Tebrizli, İzzettin Ali bin Muhammed Reyli, Pervane’nin babası vezir Sahib Muhazzibeddin Ali Kaşanlı, Sahib Mecmettin Ebu Bekir, Şemşeddin Muhammed bn Mueyyit al-Tuğra’î de Farsî şiir ve inşanın öncülerinden olan İranlılar’dır
Kendi dilimizi unutmak hiçbir yerde vuku bulmamakla birlikte. Arap ve İran medeniyetinin tesiri o kadar kuvvetli estiril ki, Türk dili hiçbir yerde devlet ve medeniyet dili olamadı.

İşte Âşık Paşa’nın Türkçenin horlanıp Arapçanın ilim, Farsçanın resmî dil ve edebiyat dili olduğu 13. Yüzyılda, Türkçeyi diriltircesine “Garîb-nâme ” ile ortaya çıktığı bu başkaldırı; şimdilerde zorlama “Osmanlıca” dayatmalarına inat, aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün “Dil Devrimi’yle de buluşacak olan Türkçe‘nin istiklal mücadelesidir.
Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe’ye üstün gelmiştir. Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

DEVRİN TEK BÜYÜK ŞAİRİ YUNUS EMRE

Osmanlı öncesi Anadolu’nun dil ve edebiyat kültürünün ve daha sonraki aşamalarında da devrin tek büyük şairi Yunus Emre, kendi zamanında sufiliğin edebi basma kalıp düşüncelerini ılımlı bir biçimde kullanmış, Moğol istilası döneminin halkta uyandırdığı derin duyguları, acıları, umutları dile getirmiş. Günlük yaşamın olayları içinde köylülerin çetin yaşamını ortaya koymuştur.
Prof. Dr. Mikail Bayram:

“ Tabduk Emre’nin Niğde ve Aksaray yöresinde yaşadığı sabit olduğu halde velayet-name’de onu da Sivrihisar’a nispet etmektedir. Bu da gösteriyor ki Yunus’un Sivrihisar’lı olduğu ve orada medfun bulunduğu tamamen hayal mahsülü bir haberdir.” diyerek Sivrihisar iddialarına şiddetle karşı çıkarak şöyle der; “ Türkçe sözlü, Türkmen şair Yunus Emre ve O’nun şeyhi Tabduk Emre Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yarım asrında ve devrinin sosyal-siyasi ve kültürel mücadeleleri içinde yaşamıştır. O’nu da Baba İlyas, Sofi Nuruh, Ahi Evren, Hacı Bektaş, Tabduk Emre gibi Türkmen fikir adamları gibi o devirde Anadolu’da mevcut olan Türkmencilik ülküsünü sürdüren ve bunun mücadelesini veren bir kişi olarak görmek lazımdır. Bu mücadelenin en büyük siyasi hamisi o zamanlar Karaman Oğulları Beyliği idi. Yunus Emre’yi de Karaman Oğulları safında görmek isabetli olacaktır”

Osmanlı öncesi Anadolu’nun dil ve edebiyat kültürünün ve daha sonraki aşamalarında da devrin tek büyük şairidir Yunus.

O kendi zamanında sufiliğin edebi basmakalıp düşüncelerini ılımlı bir biçimde kullanmış, Moğol istilası döneminin halkta uyandırdığı derin duyguları, acıları, umutları dile getirmiş, günlük yaşamın olayları içinde köylülerin çetin yaşamını ortaya koymuştur.

Yunus, gündelik konuşulan Türk dili ile halktan insanların dinleyip anlayabilecekleri Türkçe şiirler de yazdı.

Türkiye’de bugün de anlaşılan bu şiirler, şöhretinden hiçbir şey yitirmemiştir. Türk Edebiyatında çağdaşlarının eserleri, kimi aydınlardan başkasını ilgilendirmezken, Yunus’unkiler Türkiye’nin ulusal bilincinde yaşamış, halk arasında yy.lardır artan bir şöhretle efsanevi bir boyut kazanmıştır.

Türkmen şairi Yunus, Türkçe’yi kolaylığı ve sadeliği içinde ve kendi döneminden gerilerde hiç kimseyle mukayese edilemeyecek derecede bir yetenekle söylemeyi başararak Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatını zirveye taşımıştır.

Yunus, gündelik konuşulan Türk dili ile halktan insanların dinleyip anlayabilecekleri şiirleri Türkiye’de bugün de hala anlaşılmakta olup, bu şiirleri, şöhretinden hiçbir şey yitirmemiştir. “Türk Edebiyatı”nda çağdaşlarının eserleri, kimi aydınlardan başkasını ilgilendirmezken, Yunus’unkiler Türkiye’nin ulusal bilincinde yaşamakta ve halk arasında yüzyıllardır artan bir şöhretle efsanevi bir boyutta aşkla okunmaktadır.

HİKMET KIVILCIMLIDAN KIRŞEHİR TASVİRİ:

“KIRŞEHİR; ANADOLU’DA BİZANS’A KARŞI İLK SERHAT BOYU OLAN KIZILIRMAK’IN KOÇBAŞI GİBİ BATIYA ÇIKINTILI YERİNDE ‘KIZILELMA’ ÜLKÜSÜNE EN ÖNDE YAKLAŞAN BİR KENTTİR.”

“Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı eserini henüz tamamlamadan önce Kırşehir Cezaevi’nde yatan, bu süre içinde sık sık idari izinle Kırşehir merkezini dolaşarak Kırşehir tarihine ilgi duyan ve araştırmalar yapan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, eserinde Kırşehir’e ilişkin olarak şu notları düşer:

“Şeyh Edebâli ile Hacı Bektaş Bu iki adamın Osmanlı politika ve askerlik hayatında oynadıkları yaman rol önemsiz birer tesadüfmüş gibi konulur. Her insancıl olayda olduğu gibi burada da tarihcil Determinizm yüzdeyüz etkendir. Şeyh Edebâli’de Hacı Bektaş da Kırşehirli’dirler. Nitekim Türk dilini ilk güçlü savunan bilgin Ahmet, Kırşehri’de Anadolu’da Türk birlik ülküsünü şiirleştiren (sonra torunu ile ilk gerçekçi Osmanlı tarihini veren) Âşık Beşe de, bütün şehir üretmenlerinin kansız fütuhatına kucak açmalarını sağlayan Ahi Evran da hep Kırşehirli’dirler. Kırşehir gelişigüzel bir kasaba değildir. Anadolu’da Bizans’a karşı ilk serhat boyu olan Kızılırmak’ın Koçbaşı gibi batıya çıkıntılı yerinde ‘Kızılelma’ ülküsüne en önde yaklaşan bir kenttir. İlhanlı ve Selçuklu çöküşünden sonraki Türk dağınıklığına karşı ilk Türk’ün birlik çığlığını yükselten, birleştirici köy ve şehir örgütleşmelerini geliştiren bir ocak Kırşehir’dir. O tarihçil devrimler çağında sık sık buluşan ermiş üçler Kırşehir’de toplaşırlardı. Şehir üretmenlerinin örgütünün başı Ahi Evren ile Türk İlb’lerinin ‘ozan’ı Âşık Beşe, o zaman debbak ahilerinin çalıştıkları Kırşehir ırmağı boyunca buluşurlar, köy üretmenleri örgütünün başı Hacı Bektaş’ı beklerler, orada ‘yârenlik’ ederlerdi. Kırşehirli Şeyh Edebâli’nin Osman’a kızını verişi gibi, o kızın karnından çıkacak çınar ağacının bütün dünyayı kaplaması rüyası da, yorumu da Kızılırmak Serhadinden Sakarya Serhaddine gelişin mitolojisidir. Bugün gerçek mitolojiler gibi, o Osmanlı ‘rüyası’ da, yalnız tarih sezilerinden kaynak almıştır. Yoksa, o anacık Babacık günlerinde kimin aklından eserdi Bursa’dan kalkıp da Kırşehir’in en ücra Suluca Karahöyük’ü önündeki Hacı Bekteş’in soluğundan yeniçeri ruhunu çıkartmak? Bütün Osmanlı orduları bu mitolojik gerçekliklerin hamuruyla yoğrulacaktır.”

TÜRKÇENİN “DEVLET VE MEDENİYET DİLİ” OLUŞU “CUMHURİYET DEVRİMLERİ”YLE MÜMKÜN OLMUŞTUR.

Türkçenin devlet ve medeniyet dili oluşu Cumhuriyet Devrimleriyle mümkün olmuştur. Vatandaşların çoğunluğunun anlayamadığı Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkçenin Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak, ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan Kurucu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki, 12 Temmuz 1932 tarihli devrim, sonuçta merkezi zorlamalarla bile halka unutturulamayan bir ulusal dilin, yeni tipte bir ulus devletle resmileşmesinin ve geliştirilmesin inde adıdır.

Büyük Türk şairi Nazım Hikmet Ran;Türkçe dil devrimi”ne ilişkin olarak şöyle diyecekti:

“… Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır…”
Kaldı ki Türkçe bu devrimle doğmadı.

Tarihin binlerce yıl derinliklerinden geldi. Büyük önder, bu derinliği aldı çıkarttı ve resmileştirdi.

Esasen halk olarak hiçbir yerde Arap-İran medeniyetine tamamen bağlı kalmış değildik.

ADNAN YILMAZ