25 Nisan 2024

Dirlik ve Düzen Adamı Olarak: AHİ EVREN VE AHİLİK

 

                                   

Anadolu’da Aynı Zaman Dilimlerinde Yaşayan, Kırşehir Emiri Cacaoğlu, Şems, Mevlâna, Mevlâna Oğlu Alaaddin Çelebi,Ahi Evren ve Hacı Bektaş-I Veli İlişkilerinin Boyutunu Aydınlatmak; Döneminin Anadolu’sunun ve de Bir Türkmen Ocağı olan  Kır-Şehri’nin, Sosyal Siyasal Tarihinin Aydınlatılmasıyla At Başı Gibidir. 

FÜTÜVVET, AHİLİK VE AHİ EVREN

İslamiyet‘in ilk yıllarından itibaren Araplar arasında kurulmaya başlayan ve zamanla Tasavvufi bir içerik kazanan fütüvvet (fityan) toplulukları, Ahiliğin kaynağı olarak çıkar karşımıza.

 Nitekim İslamiyet’in yayılmasına paralel olarak Irak, İran, Türkistan, Semerkant, Endülüs ve Mısır gibi ülkeler yanında Anadolu’da da yayılma imkânı bulan Ahilik, zamanla birçok devlet adamlarını, kadı, müderris ve tarikat şeyhlerini bünyesinde toplamış, köylere kadar yayılarak devlet otoritesinin zayıfladığı her yerde mahalli otoriteyi sağlamış, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da büyük bir rol oynamıştır.(1)

 Hemen bütün araştırmacılar, Ahiliğin” fütüvvet” ile alâkasını üstü örtülü veya açık olarak kabul etmişlerdir. Ahilik, fütüvvet teşkilatı ile çok yakından ilgilidir.

Halil İnalcık’a göre Anadolu’da Ahilik teşkilatının temelini oluşturan “fütüvvet Hareketi”nin başlangıcı, Halife Nâsır’ın sultanlar yanında girişimlerine bağlanmaktadır. “Türkiye Ahî Teşkilatı”nın kurucusu Nasireddîn Evren  (Evran), 13. yüzyıl başlarında Bağdat’tan Anadolu’ya gelen bir grup ulema ve sûfî arasında idi.(Bakınız (Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 47)

Ahilik niçin fütüvvet kurumunun ortaya çıkışından önce değil de, sonra doğmuştur? Öyle ya da böyle, Ahilik, günümüzden tamamen farklı sosyo-ekonomik değer yargılarına ve şartlara bağlı bulunan İslam, Ortaçağ Müslüman toplumlarının ortaya çıkardığı bir kurumlaşmadır.(2)

Bu anlamda Ahi Evren, Ahiliğin kurucusu değil, 13.yüzyıl Anadolu’sunda “Anadolu Ahiliği”ni belki yeniden sağlam bir örgütlenmeye kavuşturan şahsiyetlerden önemli birisidir.(3)

Genç işçileri, başıboş şehir kabadayılarını, sosyal-etik kurallar yönüyle terbiye etmeye çalışan fütüvvet; bu kuralları İslami müeyyidelerle güçlendirmeye çalışmış, işsizliği ve başıboşluğu reddetmiş, ustaya mutlak itaati, iş disiplinini ve kanaatkârlığı öngörmüştür.(4)

Dericiler loncasının şeyhi olan Ahi Evren, loncalar hareketinde becerileri ile “veli” mertebesine çıkartılmış, şöhreti ve etkinliği çevreye yayılmıştır.

Kaynaklar, Ahi Evren Şeyh Nasırü’d-din Mahmut’un Azerbaycan’ın Hoy kasabasından 1205 yılında Anadolu’ya geldiğine, ilk olarak Kayseri’ye yerleştiğine işaret etmektedir ki; Ahi teşkilatı bu yıldan sonra Kayseri’de kurulmuş, buradan Anadolu’nun diğer şehir ve kasabalarına yayılmıştır.

ERKEN BİR SANAYİLEŞME HAMLESİ

Ahi Evren’de ifadesini bulan toplumun refah ve mutluluğu için, her sanat kolunun teşvik ve himaye edilmesi, dahası bütün sanat kollarının, tüm sanat erbabının belirli bir yerde toplanması fikri, daha XIII. yy.’da erken bir sanayileşme hamlesidir.

Ahi Evren’in Siyaset-Name’sinde( sultanlara ve devlet adamlarına öğütler) geçen şu görüşler, böylesi bir ileri açılımın “yazım belgesi” niteliğindedir:

“Allah insanları, yemek, içmek, giymek, evlenmek, mesken edinmek gibi birçok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, demircilik ve marangozluk da bir takım alet edevatla yapılabileceği için, bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarını yaşatılması gerekir. O halde toplumun bir kesiminin sanatlara yönlendirilmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki toplumun ihtiyacı görülebilsin” (5)

Mikail Bayramın; Ahi Evren‘in kayınatası Kirmani‘nin yakınlarından biri tarafından kaleme alınmış olduğunu duyurduğu “Menakıb-ı Şeyh Evhadü-d-Din-i Kirmaniadlı eserde, Kayseri’de bir dericiler çarşısı bu çarşının bitişiğinde “külahdüzler çarşısı”, bu iki çarşı arsındaki cami ve zaviyeye bitişik olan evde de Kirmani’nin kızı Fatma Hatun‘un ikamet ettiği evin bulunduğunu duyurmaktadır.

 Ayrıca bakırcılar, dokumacılar ve örgücüler çarşısından, İstanbul ve diğer Rum bölgelerine halı ve kilim ihraç ettikleri bildirilmektedir. Bu süreç, Ahilerin Selçuk Devleti tarafından benimsenip kabul gördüğü bir dönemdir.

 “KÜÇÜK ASYA FÜTÜVVETÇİLİĞİ”

 Ahiliğin bir “ortaçağ İslam fütüvvet hareketi” içinde doğduğu ne kadar gerçek ise, Anadolu Selçuklular zamanında esnaf ve zanaatkârlar kuruluşu haline geldiği ve bir anlamda “Küçük Asya Fütüvvetçiliği” şeklini aldığı da bir gerçektir.

Ahi Evren‘in eşi ve Kirmani’nin kızı Fatma Bacı‘nın başında bulunduğu “Anadolu Bacıları” örgütü(Baciyan-ı Rum) Ahilik teşkilatı ile birlikte Kayseri’de kurulmuştur. Bir anlamda Ahiliğin kadınlar kolu olan bu örgütü meydana getiren Ahilerin kızları ve hanımları da, Kayseri’deki bu sanayi sitelerinde kendilerine uygun sanat dallarında hizmet vermişlerdir.

İktisadi esaslara dayanan, bir tür esnaf örgütlenmesi kuran Ahiler, Anadolu’da Türkmen kavimlerinin bulunduğu bütün vilayet, şehir ve köylerde örgütlenmişler, yabancıların korunması, doyurulmasını, yerleştirilmesini organize etmişler, evlenmemiş gençlerin sanat sahibi olanlarını toplayıp, içinden reis seçmişler. Cemiyetlerine “fütüvvet” denmiş, reisler zaviyeler kurmuşlar. Esnaf kazançlarıyla finanse edilen zaviyeler zamanın toplumsal yapısı içinde ciddi bir güç ve itibar oluşturmuştur.

 BİRÇOK SEÇERE VE FUTÜVVETNÂMELERDE UYDURMA BİLGİLER.

 Ahi Evren üzerinde tarihsel gerçeklere uymayan birçok şecere ve futüvvetnâmelerde Hz. Muhammed’in amcası, Hz. Abbas’ın oğlu ve İmam Ali’nin damadı gibi, sözde bilgi dayatmaları, dahası “Evren” lakabının Ahi Evren’in Bedir gazasındaki başarılarından dolayı verildiği gibi uydurma bilgiler, konuyu kutsallaştırmak için efsanelerle süslemekten öte bir anlam taşımamaktadır.(6)

Ahi Evren‘in hayat ve şahsiyetini anlatan şecerenâme özeti, kronolojik olarak gerçeklere uymaz. Çünkü XIII. yüzyılda doğduğu kesin olan Ahi Evren’in, Bedir savaşına katıldığını kabul etmek mümkün değildir.

Şecerenâmelerde Ahi Evren’in, Hz. Ali’nin kızıyla evlenmiş olarak gösterilmesi de öyledir.(7 ) Burada yapılmak istenen kaynak, fütüvvetnâmelere göre, fütüvvetin ilkin Hz. Muhammed’e gelmiş, ondan da Hz. Ali’ye geçmiş olmasıyla ilintilidir.

 Tabi burada unutmamak gerekir ki; geniş halk kesimlerine nüfuz edebilmek için dönemin tarikat yapılarında olayları kutsallaştırmak yönünde mistik boyutlar hep öne çıkmıştır.

İnsan Ruhunun Bedenden Ayrılıp Başka İklimlere Gitmesi Motifi;

AHİLER’DE DE, ALEVİ-BEKTAŞİLERDE DE, ŞAMANLIKTAN KALMA İZLERİN BİR ORTAK PAYDASI..

Ahi Evren‘in Kırşehir’de bulunduğu sıralarda Mekke’de kılınan namazları yönettiği bu noktada ilginç bir örnektir. Yine aynı şekilde bu örnekler, Alevi-Bektaşi inançlarında da görülür ki, bunlardan biri de bugünkü Ankara’ya bağlı ve Kırşehir’e yakın bir noktada bulunan Hasandede‘nin, Kabe’yi Hasandede’ye getirdiği şeklindedir. Esasen insan ruhunun bedenden ayrılıp başka iklimlere gitmesi motifi Ahilerde de, Alevi-Bektaşiler’de de Şaman’lıktan kalma izlerin bir ortak paydası gibidir.(8)

BABAİ İSYANINDA AHİ EVREN VE TÜRKMENLER

Kaynaklar Anadolu Selçuk dönemi boyunca, Ahiliğin en fazla rağbet ve himaye gördüğü dönemi Sultan Alaadin Keykubat dönemi olarak (1221-1237) göstermektedir.

Zaten bundan sonrası II. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemidir ki (1237-1245) Ahi Evren de dâhil, tüm mutasavvıf Türkmen şeyhlerinin ve Türkmenler’in dirlik ve düzenlerinin bozulduğu, Selçuk Sultanlığı’nın kendi halkına yabancılaştığı ve hatta kırım ve kıyam yaptığı bir dönemdir.

Bu dönemde Ahi Evren, “Babai İsyanı” ile ilişkilendirilmiş, Konya’da 5 yıl hapis yapmış, eşi Fatma Bacı çaresizlikler içinde Hacı Bektaş’ı Veli’ye sığınmıştır. Babailerin, Ahilerin tekke ve zaviyelerine el konulup Mevlâna’ya ve Mevlevilere yakın şahıslara verilmiş, Türkmen dervişlerinin ve ileri gelenlerinin büyük kısmı da “uç”lara doğru göç etmek durumunda kalmışlardır.

SULTAN ALAADDİN KEYKUBAT; OĞLU II. GIYASETTİN KEYHÜSREV TARAFINDAN ÖLDÜRÜLDÜ

11.Gıyasettin Keyhüsrev‘in babası Sultan I. Alaaddin Keykubat;oğlu İzzettin Kılıçarslan’ı kendisine veliaht yaptığını ilan etmiş,Selçuklu devlet adamlarına bunu kabul ettirmek için ant içirdiği bir şölen sırasında (30 Mayıs 1237) zehirlenip öldürülmüştür.(9)

Sultan I. Alaattin Keykubat’ın veliaht olarak II. Gıyasettin Keyhüsrev‘i değil, diğer oğlu İzzettin Kılıçarslan’ı tayin etmesi yüzünden II. Gıyasettin Keyhüsrev’in babasının iradesine karşı gelerek tahta çıkmak için, babasını zehirlettiği iddiaları hep sürmüştür.

Nitekim Osman Turan’ın, Anonim Selçuknâme ve Kiragos tarafından “mübalağalı bir şekil almış olmakla birlikte” diyerek aktardığı bu iddiaya göre; Kösedağ yenilgisinin ve Kayseri yağmalamasının ardından “yolları ok ve kılıç üzerine olsa da, memleketi sulha kavuşturmak için kendilerine bir vazife düştüğünü, bunun için Allah’a sığınıp Moğol Baycu ile görüşmek gerektiğini düşünen ve görüşen vezir Mühezzibüddin Ali (ki bu vezir sonradan Kırşehir’de de etkili olacak Muiddiniddin Pervane’nin babasıdır) Moğol komutanına “Anadolu’da sayısız asker olduğunu, fakat Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı babası Sultan Alaaddin’i zehirlediği için askerlerinin muharebeden yüz çevirdiğini, eğer Anadolu askerleri müttefik olursa onlara hiçbir ordunun mukavemet edemeyeceğini söylemiştir.” (10 )

Nitekim Sultan Alaaddin Keykubat’ın 1237 yılında, oğlu II. Gıyasettin Keyhüsrev tarafından öldürülmesi üzerine, Ahilerle Türkmenler bu sultana karşı direnişe geçmişlerdir .(11)

Ahiliğin bütün Anadolu’da yayılmasına olanak tanıyan Sultan Alaaddin’in, oğlu II. Gıyaseddin tarafından öldürülmesine karşı, bu sultana karşı direnişe geçen Ahiler ve Türkmenler‘in bir çoğu, bu sultan tarafından öldürtülmüş, Ahiler ’in ileri gelenleri tutuklanmış,Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, rivayetlere göre kardeşleri İzzettin ile Rüknettin‘i de öldürmüş, anneleri Adiliye Hatun’u da yayın kirişiyle boğdurtarak öldürtmüştür.(12)

Dönemin resmi tarihçileriyle birlikte, dönemin dini zümreleri ve liderleri hakkında bilgiler sunan Mevlevi yazarlar da Türkmenler’e, Türkmen Babalar’a, Ahiler’e karşı olmuşlar, gerçeği yansıtmadıkları gibi tahrif etmişlerdir. Türkmenler’in hemen tüm hareketleri; “Harici, Batini, İbahi, Rafızi” ve hatta “dinsizlerin devlete karşı isyanları ve başıbozuk huruç hareketi” olarak nitelendirilmiştir.

Dönemin birer devlet memurları olan tarihçilerin ve yine dönemin egemenleriyle kaynaşan Mevleviler‘in Türkmen isyanları karşısında tarafsız olmaları da zaten beklenemez.(13)

BABAİLİKTEN BEKTAŞİLİĞE UZANAN SÜREÇ

Babai isyanları”na iştirak etmeleri nedeniyle Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından çok sayıda Ahiler de tutuklanmış, bu tutuklananlar arasında Ahi Evren de yer almıştır.(14)

Babai ayaklanması’nın bastırılması Anadolu Türkmenlerini durdurmaya, onların söylemlerini unutturmaya yetmez. Baba İlyas müritlerinden Horasanlı Hacı Bektaş-ı Veli, kendi adını taşıyan tarikatı kurar.

 Bektaşilikle ve daha öncesinde Babailikle barışık olmayan Mevlevi kaynakları bile “Horasanlı Hacı Bektaş, Anadolu’da zuhur eden ve taraftarlarınca Baba Resul Allah denilen Baba Resul’ün Halifesi idi.” diyerek Babailikten Bektaşiliğe uzanan sürecin, birbirlerinin ardılı olduklarını doğrular.(15)

Hacı Bektaş Vilayetname’sine göre, Suluca Karahüyük köyüne Hacı Bektaş’la birlikte gelen ilk müritlerinin “Çepni” (16 ) olduğu öğreniliyor ki, bu Çepniler’in büyük kısmının niçin Kızılbaş olduğu böylece izah ediliyor. Bu Çepniler’in mühim bir kısmı herhalde 1240′da ki Baba İshak Türkmenleri’nin isyanlarına katılmışlardır.(17)

Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin hemen 3 km. kuzeyinde yer alan “Çepni” adlı bir köy bulunmaktadır. Bu köy Malya Ovası yakınlarındadır. Tam da bu noktada Cevat Hakkı Tarım‘ın görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Cevat Hakkı Tarım, Fuat Köprülü’nün “Çepnilerin Babai Türkmenlerinin bakiyeleri” dediğini hatırlatmakta, Babailerin Malya Ovası’nda kılıçtan geçirildiğine ve bu köyün Malya Ovasına yakınlığına dikkati çekmektedir. Nitekim Cevat Hakkı Tarım’ın da belirttiği gibi bu köy halkının Alevi oluşu da bilindiğinden  bunların “Babai Türkmen topluluğunun bakiyeleri olduğundan şüphe edilmez” (Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir İl Basımevi, 1947, s. 18)

.Hacı Bektaş‘ın, Babai İsyanı’nın hemen ardından Kırşehir yöresini yerleşme alanı olarak seçmesi kesinlikle tesadüfi olmamıştır.

Kaldı ki, bu bölgeye Babailer’den yalnızca Hacı Bektaş yerleşmemiş, yine onunla birlikte Baba İlyas’a bağlı olan Şeyh Edebali ve yine Baba İlyas’ın oğlu ve Âşık Paşa’nın babası olan Muhlis Paşa’da Kırşehir yöresinde faaliyetlerini sürdürmeye başlamışlardır.

Bunlardan Şeyh Edebali zaviyesini önce Larende’de (Karaman) açmış, sonra onu Bilecik‘e göçürtmüş, Baba İlyas oğlu Muhlis Paşa da Kırşehir’de faaliyet göstermiş, sonradan torunu Elvan Çelebi tekkesini Çorum Mecitözü’ne göçürtmüştür. Tüm bunlar Kırşehir ve çevresinde ciddi bir Babai Türkmen tabanı olduğunun da ciddi işaretleridir.

MOĞOL İSTİLASI ALTINDA AHİ EVREN VE AHİLER

Araplar’ın “Yeni Rum Sultanlığı” olarak tanıdığı ve Roma İmparatorluğu’nun varisleri saydığı Anadolu Selçuklu Devleti, kudretinin doruğunda XIII. yüzyıl’ın ilk yarısına kadar gelirken, Avrasya steplerinden kopup gelen Moğollar’ın akınlarıyla sarsılıyordu.

Anadolu’nun, Türkler’den önceki yerlileri Bizanslılar’la da takviyeli Selçuklu ordusu Sivas‘la Erzincan arasındaki Kösedağ’da ciddi bir şekilde savaşmadan ağır bir yenilgi alıyor (1243), Anadolu tümüyle Moğol istilası altına giriyor Selçuklu egemenliği de fiilen ortadan kalkıyordu.

Kösedağ’da Selçuklu ordusunu savaşmadan kaçıran bu yağma, step sürülerine karşı  Selçuklu  Sultanı II.  Gıyaseddin Keyhüsrev,  Moğol Kumandanı Baycu ile temasa geçerek Moğol hâkimiyetini yavaş yavaş kabul eden bir siyasetin içine girdi.(18)

Babai İsyanı’ndan üç yıl sonra 1243′te Selçuklu ülkesinin üzerine yürüyerek Anadolu‘yu yakıp yıkan Moğol istilasını ortaya çıkaran koşullar, Selçuklu Devleti’nin kendi kimliğinin dışına çıkarak manevi moral açısından zayıflaması ile de yakından ilgilidir.

Kösedağ Savaşı ile başlayan Moğol istilası, Moğollar‘ın idareyi ellerine almasıyla devam etti. Selçuk Sultanları, Moğol istilası süresince bütün itibarlarını kaybettiler. Son Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesut’un 1308′de Kayseri’de ölümü bile, Türkmenler için hiçbir heyecan uyandırmadı. Selçuklu Hükümdarları, Moğollara karşı Anadolu Türkmenlerini etrafında toplamak dirayetini bile gösteremezken Moğollar’a karşı mücadelede biricik unsur, Türk göçebe toplulukları, yani Türkmenler oldu.

Kösedağ Savaşı’ndan itibaren, sözde Selçuk Sultanlarının, şehzadelerinin birbiriyle mücadeleleri, Moğollara karşı gelişen isyanlar, Moğolların intikam seferleri, mali sıkıntı, iktisadi çöküntü ve halkın perişanlığı manzarası içinde “Konya Sultanları” gittikçe düşkünleştiler ve Moğolların uyrukları haline geldiler. Moğollar’ da onları Anadolu’nun mali sömürüsü açısından uygun bir araç olarak kullandılar.” (19)

Moğol istilası ile birlikte çökmekte olan Selçuk Devleti’nin yıkıntıları üzerinde Pervane Oğulları, Sâhipataoğullan, Menteşeoğulları, Karasioğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları, Aydınoğulları, Hemitoğulları, Eşrefoğulları, İnançoğulları, Çandaroğulları, Karaman ve Osmanoğulları gibi Anadolu Beylikleri fışkırdı.(20)

Her ne kadar Moğollar, Anadolu’ya bütünüyle hakimiyet sağladılarsa da, sarp yerlerde yurt tutan Türkmenler, faaliyetlerine asla son vermediler.

Sivas’ın Zara kasabası kuzeyindeki Kösedağ’da meydana gelen muharebede 80 bin kişilik (21 )Selçuklu ordusu, savaşmadan dağılıp gitmiş.(22) Güçlükle kaçabilen Gıyaseddin Keyhüsrev, önce Tokat’a, sonra da Konya’ya gitmiş, önlerinde hiçbir engel kalmayan Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu, Sivas önlerine geldiğinde Sivas Kadısı bulunan Kırşehirli Necmettin (23) Moğol katliamını önlemek amacı ile Sivas‘ın teslimini kabul etmiş buna rağmen Sivas üç gün yağmalanmıştır.(24)

Mikail Bayram‘ın İbn Bibi’den aktardığı bilgilerde; Kayseri’nin surları içinde yer alan Debbağlar Çarşısı’ndaki Ahilerle, Erciyes Dağı eteğindeki Battal Mescidi civarında pusu kuran Ahiler, Moğollara karşı ciddi bir müdafaa içerisine girmiştir (25)

Moğollara karşı gelinemeyeceğini düşünen Kırşehirli kadı, şehrin ileri gelenlerini de yanına alarak pek çok mal ve hediye ile Moğolları karşılamıştır.   Moğol Kumandanı Baycu Noyan,   Kırşehirli kadının elindeki yarlığı alarak üç defa öpmüş, kadının isteklerini dinlemiş. Sivaslılar, böylece canlarını ve mallarını önemli ölçüde kurtarırken, şehir üç gün yağma edilmiş. Sultanın hazineleri, çarşı ve evlerdeki kıymetli eşyalar alınmış, muharebe aletleri ve silahlar yakılmış, Sivas surlarının bir kısmı da tahrip edilmiştir.(26)

Sivas‘tan Kayseri’ye yürüyen Moğollar, Sivas‘ın aksine Kayseri’de ciddi bir direnişle karşılaşmış. Kayseri halkı ve örgütlü Ahiler (Feteyân) bir kısım askerlerle birlikte direnmişlerdir.(27) Şehir surları dışında buldukları insanları öldüren Moğol ordusu; Kayserililerin kararlı direnişi ve taarruzuyla neredeyse ertesi yıl gelmek üzere dönmeye hazırlanırken, Kayseri idiş-başı bulunan bir Ermeni’nin ihaneti ve verdiği bilgilerle muharebeyi şiddetlendirmişler ve sonuçta Kayseri’yi teslim almışlardır.(28)

 Moğolların Ev Ev Ahi ve Türkmen Aradıkları Bu Dönemde;

AHİ EVREN’LE, HACI BEKTAŞ’IN KARA GÜN DOSTLUĞU

1243 Kösedağ Savaşı’yla Moğolların Anadolu’ya hâkim oluşlarıyla birlikte bozulan dirlik düzen, hayatı felç etmiş, Moğol genel valileri ve onların kuklası haline gelip, Moğol sömürüsüne ve zulmüne aracılık eden Selçuk sultanlığı’na karşı, azgın zulme rağmen Türkmenler sürekli olarak isyan hali içinde olmuşlardır. Moğollara karşı gelişen adeta bağımsızlık mücadelesinin, Moğol hanları ve atadıkları genel valilerince kanlı seferler yapılarak ezildiği zaman dilimlerinde Uçlara dağılan Türkmenler yılgınlığın ötesinde kendilerine yeniden dirlik ve düzenlik inşa etmenin meşvereti içinde olmuşlar, halkta bu birlik ruhunu sürekli olarak diri tutmuşlardır.

Hemen tüm  ciddi tarihçilerin “Yesevi Dervişleri” olarak nitelendirdiği  Hacı Bektaş Veli, Evhaduddin-i Kirmani, Ahi Evren,Şey Edebali  gibi öne çıkan ve sözü dinlenen  Türkmen dervişleri . Sosyal çalkantıların ahaliyi dünyasından bezdirdiği bu kanlı istila devirlerinde, tekke ve zaviyelerinde halkın maneviyatlarını yüksek tutarak, sosyal hayatın devamını sağlamak için kendi canlarını bile hiçe sayarak olağanüstü çabalar sarf etmişlerdir.

Ahi Evren‘in 1240 Babai İsyanı’nda tutuklanıp, 1245’te ‘salıverildiği düşünüldüğünde, Moğollar‘a karşı “Kayseri savunması”nda bulunmadığı anlaşılır. Ancak Ahi Evren’in eşi ve Baciyan-ı Rum örgütünün başı Kadıncık Ana, Kayseri savunması”nda bilfiil yer almıştır.

Kayseri’de Debbağlar Çarşısı’nın Ahileri topluca kılıçtan geçirilip kırılırken, Moğolların gelişine alkış tutan ve Konya’da eski görkemli yaşantısına devam eden Mevlâna, gerek Moğollar, gerekse Anadolu‘nun sömürüsünde araç haline getirilen Selçuklu sultanları üzerinde etkisini giderek artırmıştır.(29)

Kayseri tarihinde görülmedik bir felaketi (kimi kaynaklara göre 10 binlerce insan ölmüştür) yaşamış halkın, tüm serveti, evleri yağmalanmış, gizli altınları çıkarmak için zenginler işkenceye çekilmiş ve bu ağır tahribattan sonra Azerbaycan’a yönelen Moğollar, Erzincan’da da benzeri yağma ve cinayetler yapmışlardır.Babai İsyanı sırasında, Beyşehir Gölü’nde bir adaya, ya da Kubâd-âbâd’a kaçan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol istilasında da kaçanların yine en başında olmuş, önce Tokat ve Ankara’dan Antalya’ya gitmiş, burada da kendini güvenlikli görmeyince, Menderes Havzası’na kaçmış, Moğollar‘la yapılan barıştan sonra Konya’ya dönmüştür. Bu sıralarda Kayseri’ye gelen II. Gıyaseddin Keyhüsrev‘in anası, cariye, hizmetçi ve hazinelerini yanına alarak, o da Kilikya’ya kaçmıştır.(30)

Anadolu’da Moğol yağması başladığında dehşet ve korkudan Halep ve Şam’a doğru göçler alıp yürümüş, çoğu zengin olan Anadolu muhacirleri, yollarda Ermeni saldırılarına maruz kalmıştır.(31)

Küçük Asya‘nın kapıları Moğollar’a açıldığında içeri giren çekik gözlü sert askerler, Anadolu‘nun altını üstüne getirmiş bu kargaşalı ortamda vezir Mühezzibüddin Ali, yanına aldığı ileri gelen kişilerle birlikte Moğol General‘i Baycu Noyan’a giderek Selçuklu- Moğol egemenliğine girmesini, yani “il” olmasını istemiştir. Vergi ödeme ve hizmet sunma şeklindeki bu anlaşma Moğollar’ın Anadolu’ya ekonomik anlamda sömürgeleştirmeleri gibi ağır sonuçlar doğurmakla kalmamış, Moğollar siyasal anlamda “doğrudan yönetim” imkanı elde etmiştir.(32)

 Selçuklu Veziri Mühezzibüddin Ali’nin, Moğollar‘la yaptıkları barış girişimleri sonucunda Selçuklular, Moğollar‘a yılda 360 bin dirhem gümüş para, 10 bin koyun, 1000 sığır, 1000 deve ödemeyi (Arap kaynaklarına göre) taahhüt etmişlerdir.(33)

XIII.yüzyılda bir ara Moğollar‘ın kışlağı da olan Kırşehir, hem Moğol varlığına, hem de Selçuklular‘ın yanlış kültür politikalarına karşı Türkmen ayaklanmalarının ve direnişlerinin de adeta merkezi olmuştur.(34)

Anadolu Selçukluları, Moğol egemenliği altına girdikten sonra, Moğollar Anadolu’da para basan bir darphaneyi de Kırşehir’de kurmuşlardır.

Mehmet Önder, “Masameret-ül ahbar adlı eserin yazarı Hamdullah Müstavfı’nin Kırşehir‘in Moğol hazinelerine her yıl 57 bin dinar sağlayan önemli bir şehir olarak kaydettiğini duyurur.(35)

“Kösedağ Muharebesi” sırasında Selçuk ordusu büyük çoğunlukla Babai İsyanı’nın bastırılmasında da görülebileceği gibi, “Sultan, divan ve emirlerin masraflarıyla ücretli askerlerden oluşuyor. Türkler hele de Türkmenler, asalet ruhunun bir ifadesi olarak ücretli askerliği kendilerine yakıştırmıyor. Sultana kul olmayı kabul etmiyorlardı. Böyle olunca da, Selçuk ordusunun çoğunluğu Türk ve Türkmenler’den oluşmuyordu.” (36)

Moğollar’la yapılan bu barışın, Moğol Hanı nezdinde teminat altına alınması gerektiğinden, Selçuk elçileri Batu Han‘ın huzuruna hediyelerle çıkmışlar, bu elçilerden Şemsettin İsfahânî‘ye Moğol Han’ı “Nizâm ül mülk Salâh” unvanını vermiş, barış da böylece garantilenmiştir.

1.Gıyaseddin Keyhüsrev, Şemsettin İsfahâni’ye Moğol hanı nezdindeki başarısından dolayı kendisine hem vezirlik vermiş, aynı anda da “Kırşehir Iktâh Emirliği” ve “Subaşılığı”nı da vermiştir ki, bu zamana kadar böylesi bir imtiyaza hiçbir vezir sahip olmamıştır.(37)

Moğollar‘la yaptığı barıştan dolayı Selçuk Sultanı; Mühezzibiddin‘in ölümünden sonra Naip Şemsettin Isfahâni’yi Kırşehir Valisi yaparak ödüllendirmiştir.(38)

Kırşehir İktân Emirliği ve Subaşılığı verilen Şemsettin İsfahâni’nin vezir tayin edilmesinde de Moğol Hakanı tek seçici olmuştur.

Sonradan bu vezirin bütün düzeni, Ahmet isminde bir Türk‘ün başını çektiği ayaklanma ile bozulmuş, bu ayaklanmanın üzerine gönderilen subaşılar ve ücretli askerler, hücum etmekten korkmuşlar, çaresiz kalan vezir İsfahâni, kendi “Kapu halkı“nı yardıma yollamış, vezir İsfahâni‘nin rakibi bulunan Ebubekir Artar da, bu durumdan istifade ederek Kırşehir‘i de elinde tutan Vezir İsfahâni bu kargaşada öldürtmüştür.(39)

Moğol felaketinden sonra Selçuk idaresini vezirlere bırakıp eğlenceli yaşamına çekilen ve sekiz buçuk yıl saltanat süren II. Gıyaseddin Keyhüsrev 1246′da öldüğünde geride üç evlat bırakır.

İzzettin Keykavus, on bir yaşında olup, annesi bir Grek papazının kızıdır. Rüknettin Kılıçarslan, Konyalı bir Türk kadınından olma ve dokuz yaşındadır. Alaaddin Keykubat ise Gürcü prensesin oğlu olup, yedi yaşındadır.(40)

Moğol istilası altındaki Küçük Asya‘da kardeşler arasındaki taht kavgasında Ahiler‘le Mevlâna arasında derin taraf tutma farklılıkları görünür. Ahiler‘in İzzettin‘i tutmalarına karşın Mevlâna, IV. Kılıçarslan’ı desteklemiş ve Kılıçarslan, Moğol desteğiyle bu kardeş kavgasını kazanmıştır.

Bu Sultan çocuklarından Alaaddin Keykubat, sonradan lalası Hadim Muslih vasıtasıyla zehirlenerek öldürülmüştür.(41)

1.İzzettin Keykavus 1279′da Kırım kıyılarında öldüğünde de Selçuklu tahtında Rüknettin Kılıçarslan tek başına kalmıştır.(42)

Moğol Hükümdarı Güyük Han‘ın tahta çıkma törenine iç karışıklıkları bahane ederek kendisi gitmeyen İzzettin, yerine kıymetli eşyalarla birlikte kardeşi Rüknettin Kılıçarslan’ ı göndermiştir.(43)

Moğol egemenliği altında, Sultanın üç oğlu arasındaki taht kavgasından kimin galip geleceği noktasında Moğollar belirleyici olmuştur., Nitekim II. Alaattin Keykubat Moğol hanının huzuruna çıkarak halktan toplanan vergilerin arttırılması, ödenmeyen vergi borçlarının ödenmesi taahhüdünde bulunduğu için Moğollar ‘in emriyle Selçuklu tahtına oturması istenmiş, yurda dönerken Erzurum‘da kendisine verilen bir ziyafette yemeğine zehir katılarak öldürülmüştür (1257).

1.Gıyasettin Keyhüsrev‘den geride sağ kalan iki oğlu II. İzzettin Keykavus ve IV. Kılıçarslan arasında yer yer savaşa dönüşen taht kavgaları sürmüş, kardeşi Kılıçarslan’ı, Burdur Kalesi‘ne hapsettiren İzzettin, Moğol icazetiyle Selçuk tahtına geçmiş, hemen ardından da Selçuk ülkesine halktan toplanmak üzere yeni ve ağır vergiler salınmıştır.

Moğollar, daha sonra Selçuk ülkesini iki kardeş arasında paylaştırıyor “tut birini vur ötekine” yaklaşımı içinde, daha sonraları tıpkı Osmanlı Sultanlarının Dulkadirli beylik tahtı için kardeşlerin, hatta baba, oğul, amca, yeğen çatıştırmasına benzer bir davranış sergilemiştir.

İzzettin Keykavus’un Burdur Kalesi‘ne hapsettirdiği kardeşi VI. Kılıçarslan, Moğol Noyanı’nın da emriyle zorunlu ikametgâhından alınarak, Selçuk tahtına çıkartılmış (1257), vezirliğine de Kırşehir ve bölge idaresi üzerinde hayli etkin olduğu gözlenen ve Kırşehirli Caca Bey’le de, Konya‘da Mevlâna’yla da sıkı ilişkiler içerisinde bulunan Muiniddin Pervane atanmıştır.

MEVLÂNA CELALETTİNİ RÛMÎ’NİN TARAFI?

Vezir Muiniddin Pervane‘nin, Mevlâna ile, Caca Bey’le ve hatta Hacı Bektaş’la, farklı da olsa ilişkiler içinde olduğunu, Mevlevi fıkraları(44)da doğrulamaktadır.

Anadolu’nun Moğol istilası süresince Moğol gölgesinde devam eden idareyi yıkmak noktasında Mevlâna Celalettini Rûmî, hangi tarafı tutmuştur?

Konya ve civarında Karamanoğulları sürekli bir ayaklanma halindeyken Mevlâna, Moğollar ‘a karşı nasıl bir tutum sergilemiştir?

Bu soruları, bugünün milliyet anlayışı içinde ele almak, ebetteki yanlıştır. Ama aslına bakılırsa, Mevlâna‘da bir milliyet aramak mümkün olmaz. Çünkü o kendisini “Mânâ Âleminin Sultanı” yapmak istemekte, maddi alemin sultanı kim olursa olsun, kendisine hürmet ettiği müddetçe taktir görmektedir. Mevlâna bu yüzden bazen Moğollar’ı, bazen de Moğollar’a karşı isyan halinde olan Türkleri tutuyordu. Mevlana kızdığı zaman Türkleri yerici ifadelerde bulunmaktan çekinmemişti. Kısaca Mevlâna için, Türk veya Moğol değil, sadece kendisine inanan, tarikatını kurmak yolunda ona hizmet eden hora geçiyordu.” (45)

Anadolu’da Moğol hâkimiyetinin çökmekte olduğunu gören Olcayta Han’ın 1314’te Büyük Emir Çoban Bey’i Anadolu’ya gönderdiğinde, Emir Çoban bütün Türkmen beylerini huzura çağırmış, Karamanlılar huzura çıkmakta direnmiş Karaman üzerine yürüyerek Konya, Moğollarca ele geçirilmiş tam da bu sırada Mevlevi Ulu Arif Çelebi açıkça “Moğol taraftarlığı” yapmıştır. Bu gelişmeler üzerine Karaman beyi, Arif Çelebi‘ye, “Komşu ve dost olduğun halde bizi değil yabancı olan Tatarları tutuyorsun?” dediğinde Arif Çelebi‘nin yanıtı, “Biz derviş kimseleriz ve Allah’ın iradesiyle devlet kime tefhiz edilmiş ise ona bakar ve iktidarının yanında yer alırız” olmuştur. Ulu Arif Çelebi‘ye göre, “Allah memleketi Selçuklular’dan alıp Cengiz Hanlılar’a ısmarlamıştır.” (46)

Konya‘da Mevlâna Celalettin‘le son derece iyi ve karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler kuran Pervane, bir defasında ortaya çıkan bir hadise nedeniyle ahaliyi cezalandıracakken, Konyalılar Mevlâna’ya gelerek, Pervane‘nin kendilerini affetmesi için aracılık yapmasını istemişler, Mevlâna‘da Pervaneye bir güzel şefaat mektubu yazmış yollamış, Pervane de bu mektubu gözlerine sürüp şehir ahalisine kurtuluş vermiştir.(47)

Hacı Bektaş’ı, Kırşehir hakimi Nurettin Caca’ya “Kadıncık Ana“, dolayısıyla bir şikayet hadisesi de vardır.(48) Çepni beylerinden birinin karısı olan Kadıncık Ana‘nın, Hacı Bektaş‘la münasebetini öne sürerek, Kadıncık Ana‘nın kaynı tarafından Kırşehir‘de bulunan Nurettin Caca’ya şikayeti (49 )akla Çepniler ile Hacı Bektaş ocağı ilişkisini kesmeye yönelik bir tertip olabileceğini de getirmektedir.

Birçok kaynaklarda, adı geçen Kadıncık Ana, Fatma Nuriye olup Kırşehirli Ahi Evren‘ın eşidir. Ahi Evren, Caca Bey tarafından öldürülünce acıya ve baskıya dayanamayarak Sulucakaraöyük‘e göçen Kadıncık Ana, Hacı Bektaş‘a sığınmış, burada İdris’le evlenmiş, Vilayetname‘ye göre; sonradan İdris‘in kardeşi Sarı‘nın, Hacı Bektaş‘la Kadıncık Ana münasebetine ilişkin çıkarttığı dedikodu yüzünden bu hadisenin Caca Bey‘e şikâyeti söz konusu olmuş, bu olayla da Hacı Bektaş üzerindeki idari baskı daha da yoğunlaşmıştır.

Yine Vilayetnameye göre; Hacı Bektaş, kendisine gelen Caca Bey‘e kızarak uzun bıyıklarını ve tırnaklarını göstermiş, ertesi gün tutuklanacağını söylemiş, dediği gibi de olmuş, Caca Bey zindandan çıkınca da bir uç’a vali olarak atanmış.(50)

Hacı Bektaş ocağı, çok eski dönemlerde bir kısım Çepni oymaklarının bağlı olduğu bir ocak konumundadır. Ayrıca bu dönemde Babailer‘in ardılı olan Bektaşiler‘in Mevleviler‘le iki ayrı siyasi parti gibi bulunduğu ve Caca Bey‘in Mevlâna‘yla ilişkilerinin çok iyi olduğu da hatırlanmalıdır.

Selçuklu sultanlarının atının üzengisini tutturan Mevlâna, kendisine kesinlikle boyun eğmeyen ve ters düşen iki kırsal kesim önderine Hacı Bektaş’a ve Ahi Evren‘e kızmaktadır. Nitekim Ahi Evren‘in, Mevlâna‘nın övgüler yağdırdığı yakın dostu Caca Bey tarafından ortadan kaldırılmış olması da akılda tutulmalıdır.

Moğol istilası altında Selçuklu egemenliğinin zayıflayıp, beyliklerin kuruluş halinde olduğu 75 yıllık dönemde, bir yanda Mevlevilik, diğer yanda Bektaşilik yegane hâkim tarikatlar olmuşlar, kuvvet kazanarak toplumsal yaşamın bütün alanlarına ve de meslek örgütlerine girmişlerdir.(51)

Moğollar‘in Küçük Asya‘da saltanat sürdüğü dönem, Selçuk hanedanının kim olacağı Moğol hanının buyruğuyla mümkün olabilmiş.(52) Bu anlamda Selçuk Sultanları bu istila süresince Moğol temsilcilerinin elinde oyuncak olmuştur. 1261 yılında II. İzzettin Keykavus, IV. Kılıçarslan tarafından Moğol yardımıyla tahttan atılmıştır.(53)

Moğol Hanı Gazan zamanında bütün Anadolu askeri, tümenlere göre dört bölüğe ayrılmış, umumi vali tek olduğu halde bölükleri dört divan azası kendi aralarında kurayla taksim ederek herbiri bir bölüğün “Müstevfı“si olmuş, bunlardan Kırşehir‘le Niğde, ‘Cenup Bölüğü’ olarak anılmıştır.(54)

Moğol Hanı Gazan Han, Anadolu’da kukla Selçuk Sultanı bulundurmayı görev bilmiş, yerine geçen Olcaytu, Anadolu’yu kendi hakimiyetine katarken, Konya‘da bulunan Selçuk şehzadeleri ile Simre‘de bulunan Mesut şehzadelerine geçim vasıtası olmak üzere bazı yerler bağışlamakla yetinmiştir.(55)

Küçük Asya’nın Moğol istilası altında bulunduğu dönemde, Pervane, Süleyman Sahip Ata ve Fahreddin Ali‘nin de Moğollar’ın emir ve destekleriyle Türkmenler‘e karşı mücadele ettiği, Kayseri, Konya, Kırşehir, Çankırı, Sivas, Tokat ve Aksaray‘da Ahi-Türkmen isyanlarını bastırdığı, buralarda Ahiler’e ait tüm işyeri ve medreseleri Mevlâna ve yakınlarına verdiği, Mevlâna‘ya bağlanmayı kabul eden Ahiler’e dokunulmadığı, direnenlerin öldürüldüğü bir süreçte Türkmen dervişlerinin büyük bir kesimi İç Anadolu‘dan uçlara doğru göç etmek durumda kalmıştır.(56)

Yine Halil İnalcık‘a göre de “On üçüncü yüzyılda bir yandan Haçlılara, öte yandan Mogollara karşı bir ölüm kalım savaşı veren İslâm memleketlerinde gazâ ruhu, toplumları ayaklandırmakta idi. On üçüncü yüzyılda, bu gazâ heyecanı Memlûk Sultanlığında ve Anadolu’da TürkmenIer arasında doruğa erişti. Haçlı ve Moğol kıskacı arasında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu iki İslâm memleketinde askerî rejimler hâkim oldu; Mısır ve Suriye’de Kıpçak aslından askerî bir aristokrasi, Memlûkler saltanatı ele geçirirken, Anadolu’da gazı Türkmen devletleri yükseldi ve 14. yüzyıl sonlarında bu devletçiklerin tümü, Osmanlı hanedanının şemsiyesi altında birleşmişlerdi”( Bakınız (Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 38)

Ahilerle dönemin Sultatanları ve Mevlâna arasındaki derin farklılığa bir örnek de Mevlâna’nın mektupları’nın tenkitleri ile ortaya konmuştur ki, söz konusu bir olayda Mevlâna’nın dostu Hüsamü’d-Din Çelebi kendisi daha önce Ahi olduğu halde Ahi iken ‘Haniah-i Ziya’ üzerinde hak idda etmiş bu Hanigahı Ahilerin elinden alamayınca, Mevlâna‘nın dolayısıyla devletin yanında saf tutarak IV.Kılıçarslan‘ın iktidarı zamanında vezir tayin edilen Tacü-d Din Mü’tez‘in marifeti ile ve devlet zoru ile bu hanigah, Ahilerinin elinden alınıp Hüsamü-d-Din Çelebi’ye verilmiştir.(57)

Ahi Evren‘in ömrünün son yılarında kaleme aldığı bildirilen “Ağaz-u Encam” adlı eserinde bu duruma tepki göstererek “Bu zamanın kurt tiğnetli Sultanları kişilerin mallarına el koymaktalar.” demiştir ki, bu ifadelerden, devletin uygulamalarından Ahilerin mal ve mülklerinin ellerinden alınmakta olduğu anlaşılmaktadır.(58)

AHİ EVREN ÖLDÜRÜLDÜ…

Prof. Dr. Halil İnalcık, Mevlâna‘nın müridi olan ve “Kırşehir emareti”ne tayin olunan Caca Bey‘in bölgede Moğol-Selçuk idaresine karşı olan Türkmenler ve isyan eden Kırşehir Ahiler’ini şiddetle kırıp geçirdiğini, Ahi Evren‘ın da bu kırılıp öldürülenler arasında bulunduğunun tahmin edildiğini belirterek bu noktada “Mikail Bayram’in çağdaş kaynakları tenkit ederek vardığı sonucun kabule değer” olduğunu belirtir.(59)

Mikail Bayram; Ahiler‘in elinde bulunan işyerlerinin, medrese ve zaviyelerin Mevlâna‘ya ve ona yakın kimselere verilmesi kararının alınması üzerine Kırşehir‘de Ahi Evren ve yakınlarının direnişe geçtiklerini, Mevlâna‘nın müridi olan Caca Bey‘in Kırşehir’deki bu isyanı bastırmaya memur edildiğini, sonuçta Ahi-Türkmen isyanının bastırıldığını ve Ahiler‘in kılıçtan geçirildiğini, o sırada 90 yaşında olan Ahi Evren‘ın, babası ile arası açık olan Mevlâna‘nın oğlu Alaladdin Çelebi ile birlikte öldürüldüğünü ciddi kaynakların tenkitleriyle birlikte ortaya kor.(60)

Dönemin Tarihçilerinin ve yazarlarının Ahi Evren‘ın adını zikretmekten kaçındığına ve bunlardan birinin de Aksaray’ Kerimüddin Mahmut olduğuna işaret eden Mikail Bayram bu Aksaray‘lı tarihçinin ‘Müsemeretu’l-ahbar’ adlı eserinde Ahi Evren Şeyh Nasirüd-Din Mahmut ve Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin öldürüldükleri olayı isimler zikretmeden şöyle anlattığını nakleder:

‘Kırşehir emirliği Nureddin Caca’ya verildi. Ordu ile onun üzerine seldi. Bir süre muhasara edildi onu kaleden söküp attılar. Hariciler ki (Türkmenler) ona uymuşlardı. Kamilen öldürüldüler.”(61)

Ahi Evren‘in öldürüşüyle ilgili olarak Halil İnalcık şöyle der:

“Nasireddîn Evren (Evran), 13. yüzyıl başlarında Bagdad’dan Anadolu’ya gelen bir grup ulema ve sûfî arasında idi. Bu âlimler, fütüvvet erbabının dostu I. Alâeddin Keykubad’ın (1221-1237) himayesi altında idiler. Oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenen Alâeddin’den sonra Nasireddîn hapse atıldı. Şehirde en kalabalık işçi grubu debbagların şeyhi olan Nasireddîn’in Babaîlerle ve Türkmenlerle yakınlığı vardı. Ahî Evren tasavvuf ve felsefe üzerinde eserleri olan bir âlimdir. Asıl adı Hoylu Şeyh Nasireddîn Mahmud’dur. Hocası ve kayınpederi fütüvvet akımının büyük şeyhi ünlü sufî Evhadü’d-dîn Kirmânî’dir. Kirmanî’nin Anadolu’da birçok şehirde halifeleri ve zâviyeleri vardı. Moğollarla işbirliği yapan ve Fars kültürüne tutkun Selçuklu seçkin sınıfına hitap eden Celâleddin Rumî ile halk adamı Türkmen merkezi Kırşehirli Ahî Evren arasında düşmanlık vardı. Bu düşmanlık Mevlanâ Celâleddin’in şeyhi Şems-i Tebrizî’nin katliyle (1247) ilişkilidir. Nasireddîn’in ahîleri, Moğollarla mücadeleye giren II. İzzeddin Keykâvus’u destekliyorlardı, Keykâvus 1254’te Kırşehir’e gitti. Moğol kuvvetleri onu yenilgiye uğrattılar (Sultan Hanı Savaşı, 1256). Anadolu’da isyanı bastırmaya çalışan Moğolların soykırımından Nasireddîn de kurtulamadı. Onun, Kırşehir emirliğine atanan Mevlevi Cacaoğlu Nureddîn Bey’in şehirde yaptığı katliamda hayatını kaybettiği (1261) anlaşılmaktadır.”(Bakınız (Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 47)

Vezir pervane, Kırşehir emiri Cacaoğlu, Şems, Mevlâna, Mevlâna oğlu Alaaddin çelebi ve Ahi Evren ilişkilerinin boyutunu aydınlatmak döneminin Kırşehri‘nin sosyal siyasal tarihinin aydınlatılmasıyla at başı gibidir.

Şems‘in Konya‘ya Mevlâna‘nın yanma gelmiş olmasıyla birlikte, birçok şey değişmiştir. Mevlâna’nın babasıyla birlikte Belh‘den gelmiş olan eski halis müritler ve de Mevlâna‘yı, “hakkın öncüsü gerçek Şeyh, zamanın kutbu” olarak görenlerin bu inancı ciddi anlamda sarsılmaya başlamıştır.

Birçok kaynaklara göre Mevlâna Şems’le birlikte olduktan sonra öğretimi ve vaaz etmeyi bırakıp sema ve raksa başlamış, sırtına Hint alacasından hırka, başına da bal renginde yünden külah giyerek gece gündüz kendi âleminin içine girmişti.

Konya halkı bu duruma karşı sokurdanmaya başlamış, Şems‘e karşı da ciddi düşmanlıklar gelişmiştir. Çoğu eski müritler Mevlâna‘ya ‘Deli’i Şems‘e de ‘Cadı‘ demeye başlamıştır.

İşte bu süreçtir ki, Mevlâna’nın oğlu Alaaddin, Mevlâna’nın düşmanlarıyla iş birliği yapmış, birçokları Şems‘in ölümünden Mevlâna‘nın oğlu Alaaddin‘i de sorumlu tutmuştu.

Mevlâna Şems yüzünden bütün akrabalarına bile yabancı olduğunu zikrettiği bir gazelinde şöyle demiştir:

‘Senin canını kendi canım gibi gördüm’ senin hatırın için bütün akrabalarıma yabancı oldum (62)

Mevlâna‘nın oğlu Alaaddin‘in, Şems’in öldürülmesiyle ilgili iddialarda kaynaklar genellikle Eflaki’nin rivayetlerine dayanır. Mevlâna‘nın bir diğer oğlu Veled,  bu görüşe muhaliftir. Veled‘e göre Şems alıp başını gitmiş giderken de ‘bu sefer öyle bir gideceğim ki benim nerde olduğumu kimse bilmeyecek… Herhalde onu birisi öldürmüş diyecekler.’ demiştir kendisine…

Şems‘in öldürüldüğü iddialarının tarihi 1247’dir. Bu hadiseden sonra suçlanan Mevlâna‘nın oğlu Alaaddin Çelebi Kırşehir’e gelip yerleşmiştir.

Bir çok araştırmacı, yine bir çok ciddi kaynakların tenkidi ile Şems‘in öldürülmesinde Ahi Evren’in parmağının bulunduğunu, beklide Ahi Evren tarafından öldürüldüğünü belirtir. Burada Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi ile Ahi Evren arsında bir yakınlık aşikârdır. 1261 yılında Mevlânanın oğlu Alaaddin Çelebi ile Ahi Evren Kırşehir emiri Nureddin Caca tarafından öldürülmüşlerdir.(63)

Dönemin Küçük Asya’sında ve özelikle de Konya- Kırşehir hattında Cacaoğlu Nureddin- Mevlâna bir cephe, Ahi Evren- Hacı Bektaş ve Türkmenler bir başka cephedir

Cacaoğlu Nurettin‘in, Mevlâna Celaleddin ile münasebetleri oldukça sıkıdır. Nitekim Cacaoğlu‘nun yakın ilişkide olduğu Pervane‘ye de, ziyaretlerinde kusur işlemediğini, öğütlerinden yararlandığını ve hatta Mevlâna‘nın mektuplarında da övgüyle bahsederek “Kutlu Uluğ Pervane, Uluğ Pervane, Pervane-i A’zam” diyerek hitap ettiğini Osman Turan aktarmaktadır.(64)

Mevlâna‘nın Caca Bey‘le kurduğu ilişkilere en somut örneklerden biri de, kendi tuğracısı Nizamüddin‘e yardım ve ihsanlarda bulunması için Caca Bey‘e yazdığı mektuptur.(65)

Pervane adı, bugüne kadar yazılmış Kırşehir tarihine ilişkin kitap, makale ve yazılarda çok geçmemesine rağmen, Cacaoğlu Nurettin’le olan aynı siyasal çizgisi; özellikle de başlangıçta Moğollar‘la iyi geçinme noktasında da, Memlûk Sultanı Baybars‘ın gelişi sırasındaki tavır ve tutumda da örtüşmektedir. Bu Pervane Moğollar‘a elçi giderek sulh yapan Vezir Mühezzibüdin Ali Bin Muhammed’in de oğludur.(66)

Mevlâna‘nın sesine daima kulak vermiş olan bu vezir Pervane’nin aile çevresinde de Mevlevilere öylesine bir ailesel bir bağlılık oluşmuştur ki; Amasya‘daki Mevlevihane, Pervanenin oğlu tarafından yaptırılmıştır.(67)

Pervane‘nin babası olan bu vezir, Baycu Noyan’ın Sivas‘ı teslim alıp Kayseri‘yi yağmalamasından sonra peşinden giderek Muğan’a varıp Noyan ila sulh yapmıştır.

Pervane’nin babası bu vezir, İran asıllı olup(68) öldükten sonra yerine vezir olarak İsfahanlı Şemsettin atanmış, Isfahanlı‘ya özel bir ödül olarak da Kırşehir Valiliği verilmiştir. İsfahanlı Şemsettin, II. Gıyasettin Keyhüsrev‘in annesiyle evlenince daha da güçlenmiştir.(69)

CACABEY, BAYBARS’A TESLİM.

Baybars, Anadolu‘ya geldiğinde Moğol kumandanlarının hemen hepsini öldürüp tutsak ederken, Baybars‘a karşı savaş düzenine geçen Moğol-Selçuk ordusu içinde, Moğollar‘ın güvenmeyerek savaşın dışında tuttuğu Pervane’nin ordusu da Baybars‘ın gözünde bu yenilgiye dâhil edilmiş, kendisi ve oğullarıyla 16 Nisan 1277′de tutsak alınmıştı.(70) ki, bu savaşa ileride görüleceği gibi Pervane‘yle birlikte katılıp yenilgiye dahil edilen Nurettin Caca ve kardeşi Sıracettin de, Baybars tarafından esir alınıp Şam‘a götürülmüş, kardeşi orada kalırken Nurettin Caca, tutsakların serbest bırakılmasıyla tekrar Kırşehir‘e dönmüştür.

Caca Bey Vakfiyesi’nin şahitleri arasında görülen Samagar, Nabci,Samdagu, Tuhu ve diğer Noyanlar gerek Anadolu‘da gerekse komşu ülkelerde büyük askeri ve siyasi roller oynayan ünlü İlhanlı şahsiyetleriydi.(71)

Ahmet Temir 1272′de Caca Bey Vakfıyesi’nde birçok Moğol Noyanlarıyla birlikte şahit olarak gösterilen Baynal‘ın, daha öncesinde1262‘de Aksaray civarında Sultan IV. Kılıçarslan‘in öldürülmesiyle sonuçlanan hadisenin içinde olduğunu, Caca Bey‘in de bu olaya Pervane‘nin ısrarıyla ve Moğol Noyanlarıyla birlikte katıldığını belirtmektedir.(72)

Pervane, IV. Rükneddin Kılıçarslan’la anlaşmazlığa düşmüş, bu sultanın öldürülmesi için İlhanlı Sarayı’ndan gizli bir emir de gelmiş, Sultan Baybars‘la gizli gizli haberleşmede bulunarak Pervane‘ye karşı suikast hazırlamakla itham edilmiştir. Pervane‘nin Moğol komutanlarını iknasıyla, Kırşehir dolaylarında bulunan Nabci Noyan askeri kıtasıyla Aksaray‘a hareket etmiş, bu muharebede IV. Rükneddin Kılıçarslan öldürülmüş, Caca Bey de bu savaşta Moğol tarafını tutmuştur.(73)

Mevlâna’ya yakın Eflaki, Sultan IV.Kılıçarslan‘ın, tatarın yurttan defedilmesi meşvereti için çağrıldığını, bu arada Sultan Kılıçarslan‘in Mevlâna’ya geldiğini, Mevlâna’nın Sultan Kılıçarslan‘a ‘Bu işe girme, gitmesen iyi olur’ dediğini, Mevlâna’nın, sultanı tatar hakimiyetine son vermek kavgasından vazgeçirmek için çaba harcadığını, Sultan’ın Mevlâna‘nın sözünü dinlemediğini ve varıp Aksaray’a çıktığını, orada da yakalanarak yay’in kirişi ile boğularak öldürüldüğünü aktarır. Aynı benzer kaynaklar da Mevlâna’nın, öldürülen Sultan’ın arkasından yazdığı gazelde ‘Sana demedim mi ki, oraya gitme çünkü senin aşinan benim’ demiş… Bir başka gazelinde de ‘Sana demedim mi ki, oraya gitme ki seni müptela ederler, bir bakışta seni bela okuna amaç ederler demiştir.(74)

Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velîdi Togan, Moğollarla birlikte yahut onların zamanında gelmiş olduklarından kendilerine “Tatar” denilmiş olan, sonra da kalabalık oldukları halde, Türkmen zümreleri arasına giren Eskişehir ve Ankara civarında dağınık yaşayan “Turgutlular”dan bahsetmekte, bu “Turgutlular”ın bir Tatar uyruğu ya da Moğollar zamanında gelen Türk uyruğu kabul edildiğini belirtmekte ve en önemlisi bunların “Cacaoğlu” denilen mahalli beylerin idaresinde yer aldığını belirtmekte, Caca Bey‘in Vakıfnamesi’nde bu zatın Ankara, Konya ve Kırşehir‘de efkafı da zikredildiği bildirilmekte, bu vakfiyelerin efkaf müzesindeki nüshasının arkasında İlhanlılar zamanında Uygur harfleriyle yazılan bir kayıttan bahsetmekte, Eskişehir‘in de İlhanlıların’ın naipliğine tabi olduğundan şüphe duymadığını belirtmektedir.(75)

Ayrıca A. Zeki Velîdi Togan‘ın eserinde, Vakıf Cebrâ’il bin Câca “Emir ve Sipehsalar-i kapir” Tesmiye edilmiş ve Selçuk emiri olması icab ettiği söylenmekte ve devamla babasının ismi olan “Caca“nın halis Moğol ismi olduğu” da bildirilmektedir.(76)

Nitekim Kırşehir’de Caca Bey tarafından 1272 yılında yapılan Caca Bey Medresesi Vakfiyesi‘nin de Uygur harfleriyle yazılan Moğolca kısmı ve de Moğol Noyanlarının şahit olarak gösterilmiş olması da akılda tutulmalıdır. Bir yandan kendilerini yurtlarından eden Moğollar‘a, diğer yandan Selçuk devletinin önemli ölçüde kolladığı Rum esnaf ve sanatkârlarının mallarıyla rekabet etmeye ve varlıklarını devam ettirmeye çalışan Ahiler ‘in, kendi aralarında bir örgütlenme gerçekleştirerek dayanışma sağlamaları, onları ülke çapında saygın bir konuma getirmiş, sosyal, iktisadi ve yer yer askeri nüfuzunu artırmıştır.

KIRŞEHİR’İN KAYABAŞI MAHALLESİ’NDE Kİ “KAYA ŞEYHİ”

Kırşehir‘de Kayabaşı Mahallesi’nden ve Kılıçözü çayı’na yakın bir noktada yer alan ve halk arasında öteden beri ‘Kaya Şeyhi Türbesi’ diye nitelenen bir harabe vardır.

Hacı Bektaş Vilayetname’sinde, Hacı Bektaş‘ın Kırşehir‘deki bu “Kaya Şeyhi” ile adı geçen noktada sık sık buluştuklarına değinilir ve şöyle denir.

‘Rivayettir ki, Hacı Bektaş Horasini Kadesallahu Sırrehülazizin Salih adlı aziz ile mülakat olduğunu ayan ve beyan eder:

“Bir vakit Sultan Hacı Bektaş Veli Kırşehri’ne varmışlar idi. Ol vakit Kırşehri’nde Seyyid Salih adlı bir er var idi. Ol Seyyid Salih mezarı yakınında bir tekke dahi var meşhurdur. Kaya tekkesi derler. Bektaşihanedir.

Hazreti Hünkar ve Ahi Evren Padişah Şeyh Süleyman ve İsa mücerred ve Seyyid Salih mezarı yerindeki halvette oturup sır sohbetini ederken, meğer o aradan bir ırmak geçerdi. Ol ırmağın kurbağalan ötmeye başladılar. Şöyle İdm, erenlerin sohbetine onların öttüğü hali bir huzurluk verdi, incindirler”.(77)

Bu rivayet ırmaktaki kurbağaların ötmesi, huzursuz olmaları ve Hacı Bektaş’ın keramet gösterip kurbağaların sesini kesmesiyle devam eder.

Burada geçen ‘Kaya Tekkesi’nin, vilayetnâme’de ‘Bektaşihâne’ olarak zikredilmesi kayda değer bir bilgidir.

Büyük zenginlikleri elinde toplayan Mevlevilerle Ahiler arasında sürekli olarak çatışma hep mevcut olmuştur.

Anadolu Selçuklu Devleti Moğol kuşatması altında, kukla duruma düşünce, Kuran’ı kaynak gösterip Moğol hanlarını destekleyen ve düzenin dinsel fetva ayağını oluşturan Mevlevi sultan Veled, vaktiyle Ahi zanaatkârların cephesini kast ederek ‘Soyu olmayanlar yükselecek ve en önemli makamlar aşağı düzeyde kişilere verilecektir.’ diyerek 1. Alaaddin Keykubat’ın bir düşünü yorumlamıştır ki, aslında bu tedirginlik bile Ahiler ‘in yüzünden Mevlevilerin zaafa uğratılması kaygısının ta kendisidir.

Aslına bakılırsa Ahiler; çeşitli sanat dallarıyla ve zanaatkârlıklarıyla feodal bir düzen içinde kaçınılmaz olarak gelişecek, üretim ve paylaşım ivmesi yönüyle, feodal sisteme karşı bir mücadele cephesi açmıştır.

Nitekim Ahiler, feodallere karşı savaşım yürütürken Hıristiyan zanaatçıları da yanma almışlardır. Daha önemlisi “ayinleri Sünnilikten kopan Ahiler”in kişiliğinde Hıristiyanlar, Ahileri ekonomik ve dinsel müttefik yakınlığı içinde görmüşlerdir.

Öldürülünceye kadar Moğol istilasına ve Moğol-Selçuk işbirliğinde ifadesini bulan yönetime karşı mücadele eden Ahi Evren‘in mücadele azmi ve de Karaman, Denizli, Niğde ve Kırşehir‘deki Türkmen hareketlerinin varlığı, Osmanlı Devleti’ni ortaya çıkartan ciddi bir temel olmuştur.(78)

AHİ EVREN’İN TUTSAKLIĞI

  Nasireddîn Evren’in; “13. yüzyıl başlarında Bagdad’dan Anadolu’ya gelen bir grup ulema ve sûfî arasında” olduğunu, Bu âlimlerin, fütüvvet erbabının dostu I. Alâeddin Keykubad’ın (1221-1237) himayesi altında” bulunduğunu belirten Haili İnalcık; “I. Alâeddin Keykubad’ın Oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenip öldürüldükten sonra Nasireddîn hapse atıldığını” söyler.(Bakınız (Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 47)

Kaynaklarda bir dönem Ahiliğin Denizli’de yaygınlaştığını görüyoruz. Mikail Bayram’ın ciddi kaynakların tenkitlerini yaparak ulaştığı bir saptamaya göre, Ahi Evren’in, Babai İsyanı’ndan sonra Konya‘da 5 yıl hapsedilmesinin ardından devrin yöneticilerine küserek bir uç kenti olan Denizli‘ye gelmiştir. Nitekim Ahi Evren tutsaklıktan kurtulduktan sonra Denizli’de bulunduğu yıllar, Antalya’daki Ahi Yusuf Mescidi ‘nin yapıldığı yıla da rastlamaktadır.

1.Gıyaseddin‘in ölümünden sonra işbaşına gelen yöneticiler, Sadru’d-Din Konevi’yi ricacı olarak Denizli’ye gönderip Ahi Evren‘i Konya‘ya davet etmişlerdir. Ahi Evren 1248 yılında Denizli ‘den ayrıldığında yerine Ahi Sinan‘ı vekil olarak bırakmıştır. Aynı dönemde Antalya‘daki Ahi Yusuf un da Ahi Evren’in Antalya‘daki vekili olduğu ve hatta Ahi Evren‘in kaynatası Kirmani’nin talebeleri arasında yer aldığı bildirilmektedir.

İşte tam da bu dönemde Ahi Evren “Mehdi Fakr u Zemmi Dünya” (Dünyanın kınanması, varlıktan uzak durmanın öğülmesi) adlı Celalettin Karatay’ın isteği üzerine kaleme aldığı kitapta, bu hapislik yıllarından bahseder ve şöyle der:

“O’nun (Karatay’ın) bu emrini uyulması gerekli olan bir vecibe olarak kabul ettim. Fakat düşündüm ki, beş seneden beri, bigünah ve hatam olmaksızın feleğin okundan almış yara ve zamanın insanlarından gördüğüm zulüm ile iradem elden çıkmış, fikir hayatım yıkılmış, perişan bir gönül ve dağınık bir düşünceyle, gönül sahipleri tarafından sevilen bir zorlukta ve zevk-i selimi olanların beğeneceği bir üslupta bir eser yazmayı imkânsız gördüm. Az kalsın azmim yıkılacak, teşebbüsüm neticesiz kalacakken Allah’a yalvarmam ile, ilahi inayet imdadıma yetişti. O’nun yardımına nail olunca, bu işi başardım”

KARAMANOĞULLARININ KONYA TAHTINI BASMASI SIRASINDA AHİLER

Karamanoğlu Mehmet Bey, Baybars’ın Anadolu‘ya gelişini fırsat bilerek aynı yıl içinde 1277′de Konya üzerine yürüyordu.(79)

Karamanoğulları; Eşrefoğulları ve Menteşe‘den yardım görerek Konya‘ya saldırdıklarında Memluk Sultanı Baybars‘la doğrudan ilişki kurmuşlardı.(80)

Moğollar’ın Kayseri‘den Erzurum‘a kadar olan bölgede 200 bini aşan insan katliamı, Karamanoğlu Mehmet Bey’in harekete geçmesine neden olmuş, Siyavuş adında bir şehzadeyi Hükümdar atayarak zapt ettiği Konya‘nın tahtına oturtmuştur.(81)

Selçuknameler “Bu şehzadeyi II. İzzettin Keykavus’un oğlu değil” diyerek kabul etmemiş, bu yüzden de adını “Cimri” koymuşlardır.(82)

Karamanoğlu isyanının bastırılmasından sonra başta Konya ve çevre bölge olmak üzere Moğol-Selçuklu ittifakı, Karamanoğulları’na ve Karamanoğluları‘yla işbirliği yapan Türkmenler‘e karşı acımasız bir yıldırma hareketine girişmiştir.

“Cimri” olayında Konya halkının Karamanoğlu Mehmet Bey‘e karşı bir direniş içinde olmadığı görülürken Konya valisinin Karamanlar‘a karşı şehrin savunmasında Ahiler‘e güvenmediğini, yine Claude’den öğreniyoruz.(83)

Mustafa Akdağ, Ibn Bibi‘ye dayanarak aktardığı bilgilerde Ahiler‘in Karamanoğulları‘nın Konya‘yı basması olayı karşısında takındığı tutum biraz daha aydınlanmaktadır. Karamanoğulları’nın ele geçirdiği Konya’Sultan Gıyasettin Keyhüsrev, Moğol yardımları sayesinde geri alarak Konya‘ya girmiş, bu sırada “Fityan” (genç işçiler) ve başlarındaki “Ahiyan” Ahi esnaf reisleri bu defa sultanı iyi karşılar görünmüşlerdir.(84)

Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya‘yı bastığında halka hitaben yayınladığı ilk fermanda “Bundan sonra divanda, dergâhta ve bargâhta (saray ve resmi daireler), mecliste, meydanda Türkçe ‘den başka dil kullanılmayacaktır.” (85 ) demiştir.

Esasen Türkçe‘nin bir yönetim dili olarak 1277‘de Konya‘da hüküm süren Karamanoğlu Mehmet Bey’in girişimiyle oluşu dikkate değer bir yeniliktir.(86)

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, Türkçe‘nin Anadolu’da yönetim dili olması yönüyle bir ilktir. Nitekim İslam tarihi uzmanlarından Claude Cahen bile bu konuda şaşkınlığını saklayamamakta ve . “Bütün bunlann arasında en çok şaşılacak şey ise, Türkmenler’in Arapça’yı ve hatta Farsça’yı bilmemeleri nedeniyle Rum’daki Selçuklular ‘ın tarihinde ilk kez Türkçe’yi kullanan bir divan kâtipliği kurmuş olmalarıdır.” demektedir.(87)

Esasen Türkçe‘nin resmi dil olarak ilan edilişi olayı, doğrudan doğruya Karamanoğlu Mehmet Bey’le de sınırlı değildir. Karamanoğulları‘nın atası Nuri Sufi aynı zamanda bir Babai şeyhi olup, Baba İlyas‘ın halifesidir. Dilleri saf Türkçe‘dir. Baba İlyas‘ın oğlu Âşıkpaşa‘nın babası Baba Muhlis, bu hadiselerde etkin bir rol oynamıştır. Türkçe‘nin dönemin resmi yönetimine karşı ayaklananlar tarafından resmi dil ilan edilmesine giden sürecin yegâne dinamiği, Baba İlyas’ın kurduğu ve filizlendirdiği ocaktır. Bu yüzdendir ki, Kırşehirli araştırmacı Cevat Hakkı Tarım, Meşhur Cimri vakasında Konya’yı zapt ettikten sonra 1277 yılında çıkarttığı bir fermanla Türkçe’nin resmi dil olarak ilan edilişinin en büyük şeref payı, Muhlis Paşa’ya ve Babailer’in karargâhı olan Kırşehir’e düşer” der.

KURAN DİLİ ARAPCA, EDEBIYAT DİLİ FARSÇA

Karamanoğlu Mehmet Bey’in; Kuran dili olduğu için medreseler vasıtasıyla vücut bulan Arapça ‘ya ve işlenmiş bir edebiyat dili olan Farsça’ya karşı tutumu Türkçe‘nin vücut bulması doğrultusunda ilk siyasi çıkıştır. Zira söz konusu dönemde Arap, Fars ve Türk kültürleri arasındaki savaş; Türkçe adlar yerine eski İran isimleri almaya başlayan, Şehnameler yazdıran, Farsça ve Arapça unvanlar alan Selçuk sarayına karşı, kendi kültürlerine inatla sahip çıkan geniş Türkmen kesimleri arasındadır.(88)

Nitekim Sarı Saltuk Menkibesi, ayrıca Baba İlyas, Hacı Bektaş, Seyyid Mahmut Hayrani, Hacı İbrahim Sultan, Hacim Sultan, Ahi Evren, Seyyid Harun gibi şahsiyetler hakkında yazılan menâkip-nameler halk tarafından büyük ilgiyle okunurken, Fars edebiyatı Selçuk sultanlarının destek ve himayelerinde büyütülmüştür.(89)

Karamanoğlu Mehmet Bey‘in bu fermanı, Türk kültür tarihi bakımından mühim bir olaydır. Konuşulması istenmeyen dilin Farsça olduğu muhakkaktır. Bu karar, herhalde yalnız Karamanoğlu Mehmet Bey’in değil, o zaman sayısı epeyce fazlalaşmış bulunan aydın Türklerin duygusunu ifade etse gerektir. Zira bu esnada Klasik Türk Edebiyatı da ilk mahsullerini vermeye başlamıştır.(90)

Beylikler döneminde Anadolu

XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında Anadolu Türk Edebiyatı açılıp serpilişe tanık olur. Küçük Asya‘da Selçuk Devleti’nin yıkıntıları üzerinde Türk Beyliklerinin ortaya çıkışı, Türkleşmiş bir jeopolitik bütünlükle kültür ve düşünce etkinliklerinin gelişmesine de uygun şartlar doğurmuştur.(91)

Moğollara karşı mücadelenin başlıca temsilcileri olan Karamanlılar üççeyrek asırlık bir mücadele içinde korkunç zararlara uğramış, sık sık ezilmiştir. Ne var ki, etrafı diğer başkaca beyliklerle çevrili olduğundan genişleme şanslarını yitirmişlerdir. Bu duruma karşılık Marmara sahillerini fetheden ve hızla Balkanlar‘a ayak basan Osmanlı Beyliği’nin zaferleri; Anadolu’nun dört bir yanından gelen gaziler, âlimler, şeyhler, babalar ve dervişlerle desteklenmiştir.

Başlangıçta Osman Gazi‘nin Bizans‘a ilerleyerek zaferler kazanması, Anadolu‘da Gazi ruhunu canlandırmış, Moğol istilası altında ezilen geniş bir kesim Osmanlılar‘a koşmuştur. Böyle olunca da Türkistan‘dan başlayan Selçuklular ve Danişmentliler ile Anadolu‘da gelişen “cihat ruhu”, Bursa‘da tekerrür etmiş, Osmanlılar bir “Gazi devlet” olup çıkmıştır.(92)

Gerek Anadolu Selçukluları, gerekse Kösedağ Savaşı‘nın hemen ardından Anadolu’nun Moğollarca işgale uğramasının yıkıntıları üzerinde, aynı ya da yakın zaman dilimlerinde buluşan Baba İlyas’lar, Baba İshak’lar, Âşık Paşa’lar, Hacı Bektaş-ı Veli’ler, Ahi Evren’ler, Taptuk ve Yunus Emre’ler Anadolu’yu bizim yapanlardır. Bizi el kapılarına muhtaç etmeden bir orman gibi kardeşçe bir arada koyun koyuna yaşamayı öğretenlerdir.

Kaynağı Türkler‘in ilk dini olan Şamanlıktan alan Babailer ile bu kaynaktan doğan Türkmenler, gerek Anadolu Selçukluları döneminde gerekse Moğol istilası sırasında ulusal özümüzü kollayan ve ayakta tutan yegâne dayanaklar olmuştur.

Osmanlı‘nın ilk yıllarında Anadolu‘da genişleme politikalarının süreçleri içinde Bektaşiler ve Ahiler çok önemli katkılar sağlamışlardır.

Prof.Dr Halil inalcık;”Selçuklu döneminde Konya’da hükümdara yakın okumuş zümre, Mevlevîliğe mensub oldukları halde, Kırşehir bir Türkmen merkezi olarak Yesevî halk tarikatlarının, özellikle Babaî geleneğinin merkeziydi. İlhanlı idaresi, Moğol valisi Cacaoğlu Nureddîn’i göndererek bu Türkmen ocağını kıyımla söndürdü, Abdal babaların tekke-zâviyeleri her büyük şehirde Mevlevîlere verildi. Babaîler, Danişmendli Türkmen yurdu Çorum-Tokat bölgesine sığındı. Oradan, Uc gazâ bölgesine halifelerini gönderdiler. Ede-Balı bunlardan biridir.” der.

KADINLI ERKEKLİ TASAVVUFİ SOHBETLER 

Selçuklu sarayı resmi dilinin ve edebiyatının Farsça olduğu devirde, Türk halkı arasına girerek kadınlı erkekli toplantılarda “Türk dili”nin, müziğinin, şiirinin, geleneklerinin korunması ve gelişmesinde Hacı Bektaş-ı Veli‘nin, bu Türk bilim ve düşün adamının büyük emeği geçmiştir.(93)

Eski Türk gelenek ve göreneklerine karşı dönemin egemenlerinin öylesine resmi bir karşı koyuş yaşanmıştır ki Ahi Evren’in kayınbabası Kirmani‘nin kadınlarda bir arada oturması eleştirilmiş, Niğdeli Kadı Ahmet, bu durumu garazkörlük numunesi göstererek Niğde, Aksaray çevresindeki Tapduklular‘ın kadınlı erkekli Tasavvufı sohbet meclislerinde bulunmalarını, “kız ve karılarını başkalarına piş-keş etme” şeklinde anlatmış, Salih peygamber zamanındaki kötülüklerin bu Taptuklar arasında devam ettiğini bile öne sürmüştür. Ahi Evren’in kayınbabası Kirmani ve benzer Türkmen dervişlerine yönelik bu saldırılar aslında Arap-Acem cephesinden bir saldırıdır.

Nitekim ‘Hacı Bektaş vilayetname’sinde bunun tersine, Kirmani‘nin kızı ve Ahi Evren’in eşi Fatma Hatun için ‘Büyük bir Mürşide olduğu, yalnız genç kızları ve hanımları değil, erkekleri de işaret ettiği’ anlatılmış keşif ve kerametlerinden birçok örnekler verilmiştir.

Kadınlı erkekli bir arada zikir ve meclislerde bulunma adetleri, eskiden bu yana Türkmen Mutasavvıfları‘nın adet ve gelenekleri olmakla kalmamış, Anadolu Selçukluları zamanında Türkmenler arasında da yaygınlık arz edilmiştir.

Ahi Evren‘in kayınbabası ve eşi “Baciyan-ı Rum” örgütünün başı Fatma Bacı‘nın (Kadıncık Ana) babası Evhadu’d-Din Kirmani de bu meşrebin öncüleri arsında olmuş, bu yüzden de dönemin egemenleri ve Mevlâna‘nın ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Mevlâna‘ya “Kirmani’nin genç delikanlılarla Sema durduğu fakat çok iffetli davrandığı” söylendiği zaman Mevlâna ‘Keşke o kötülüğü yapsaydı da bu adet sona erseydi kötü yol olduğu bir an önce anlaşılmış olsaydı.’ demiştir.(94)

ANKARA’DA BİR AHİ CUMHURİYETİ’

Osmanlı Devleti’nin “kuruluş” döneminde ahilerin ve “fütüvvet akımı“nın kesin bir rol oynadığı kuşku götürmeyeceğinin altını çizen Halil İnalcık şu bilgileri verir:

“Debbagların piri sayılan Ahî Evren 32 çeşit esnafın pîri sayılır. Gerçekten dericilik, Anadolu Türk sanatlarının en önemlisi sayılır. Eskinin geleneksel yaşamında ev eşyası, hayvan takımları, vb deriden yapılırdı. Fâtih Mehmed kendi külliyesini yaptığı zaman yanında sarraclar için büyük bir sarrachâne yaptırmıştır. Şehirlerde debbaglar en kalabalık, devlet karşısında en güçlü ve bağımsız işçi grubunu oluşturmakta idi. Kanunî Süleyman’ın itaatsizlik gösteren kapıkulu askerine karşı debbagları anarak tehdit ettiği rivayet edilmiştir. Evliya Çelebiye göre, İstanbul’da debbaghanede 5000 kadar debbag vardı. 1651 esnaf isyanında ilkin “sarrachâne ahîleri” bayrak kaldırdılar. Kırşehir’de Ahî Evren (Evran) tekkesi post-nişîni (şeyhi) tüm imparatorlukta her şehirde ahîlerin reisi sayılan ahî babalara icazetname göndererek makamlarını onaylardı.“(Bakınız Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 51)

Osmanlı kuruluş döneminin Türkmen aristokrasisi; Ahiler, Muharip Gaziler, Alpler ve Türkmen kabilelerine dayanan Osmanlı Beyliği’nde “egemenlik” unsurları olmasına karşın, sonraları İslami nitelikte bir “Sultan” kimliği kazanılmasıyla Osmanlı padişahları her türlü siyasi gücü kendi ellerinde toplamışlardır.(95)

Ahiler‘in Osmanlı devletinin kuruluşundan Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar vezirlikleri elde tuttukları Çandarlılar’ın da Ahi ve de Osman Bey‘in kayınpederi Şeyh Edebali’ye akraba olduğu bilinmektedir.(96)

Kırşehir ve Ankara, Osmanlılar tarafından ilk defa Sultan Orhan zamanında Osmanlı mülküne katılır. Osmanlıların Kırşehir ve Ankara’daki iktidarının bu dönemde çok sağlam olmadığı Ahilerin bölgede kendilerine özgü bir idare kurdukları bilinmektedir.(97) Sonradan I. Murat döneminde, bu bölge ikinci defa ve kesin olarak Osmanlı mülküne geçmiştir ( 1362).

Ahiler‘in Ankara‘yı Osmanlılar‘a tesliminde oynadığı rol “Düzme Mustafa” olayında Bursa’da oynadıkları rolün aynısıdır.(98)

Karamanoğlu Alaaddin Bey, Osmanlı Hükümdarı I. Murat‘ın kızı Melek Hatun’la evlenerek, Osmanlı hanedanıyla akraba olmuşsa da Osmanlı’nın Rumeli‘den başka Orta Anadolu’ya doğru yayılarak, Karamanoğulları‘na komşu olacak kadar ilerlemeleri Karamanoğlu Alaaddin Bey‘i tedirgin etmiş. Karamanlılar, Sultan Orhan zamanında nüfuz edilen Ankara ve Kırşehir yöresini Orhan’ın ölümü üzerine Osmanlı‘dan tamamıyla alma yoluna giderek bölgede etkin olan Ahileri bu işte kendilerine yandaş etmeye çalışmışlardır.

Ahiler, bu bölgede bir süre iktidar kurmuşlar, sonra da I. Murat’a karşı tutunamayıp 1362‘de Ankara‘yı yeniden Osmanlı’ya teslim etmişlerdir.

Ankara‘nın Osmanlılarca ele geçirilmesinden önce, bu bölgede bir “Ahi Cumhuriyeti”nin varlığından ciddi olarak söz edilmektedir. Esasen Ankara’nın Osmanlılar‘ca Ahiler‘in elinden alındığı da bilinmektedir.”(99)

Bahsi geçen “Ahi Cumhuriyeti”nin başı da Ahi Serafeddin ve Ahi Hüseyin Efendi‘ler olmuş, Ahiler bu bölgede, 50-60 yıl varlık göstermişlerdir .(100)

Yine bazı kaynaklara göre, Ankara Ahileri, Sultan Murat’ı tanımayarak, Ankara‘da Osmanlı muhafızları’nı kovmuşlar, Karamanoğulları da bu durumdan kendileri lehine yararlanmaya çalışmış, Sultan Murat bu gelişmeler üzerine Ankara Kalesi’ne saldırarak kenti ele geçirmiştir (101)

Hoca Sadettin Efendi’ye göre; Ahi adını taşıyan topluluk istiklal davasına düşerek Ankara Kalesi’ni ve çevresini ele geçirmiş, sonra da Osmanlı‘ya karşı direnemeyeceğini anlayınca da boyun eğip kalenin anahtarını Osmanlı’ya teslim etmişlerdir.(102)

Franz Taeschner “fütüvvet”e ilişkin incelemelerinde Ankara’nın bir “Ahi ailesi”nce yönetiminin ele geçirildiğinden söz ederken, Ankara Ahilerinin, nüfuzlu ve zengin beyler olduğunu. İlhanlılardan Osmanlılara uzanan egemenliğin geçiş sürecinde şehrin kendi haline terk edildiği için yönetim boşluğunu Ahilerin doldurduğuna dikkat çeker.

Yine Ortaçağ Türk Tarihi ile ilgili değerli çalışmaları olan Claude Cahen’de,”Ankara’da bir Ahi Cumhuriyeti var mıydı?” sorusuna“ Anadolu’da Floransa gibi bir cumhuriyetin hiçbir zaman kurulmamış olduğu doğrudur. Fakat bir kentin ve dolaylarının sınırları içinde, kuramsal olarak bir beyin üstünlüğünü kabul etmekle beraber, özel durumlarda bir ahi başkanının gerçek otorite sahibi kimse olduğu görülmektedir. Bunun en belirgin örneğini Ankara’da görüyoruz…”diyerek Ankara’da Ahilerin oynadığı rolün manzarasına dikkati çeker..

Yine Yılmaz Öztuna; Ankara’da gücü ellerine geçiren Ahilerin, 1290-1354 yılları arasında bir cumhuriyet idaresi kurduklarını belirtir.

Ahiler yeni fetih edilen kentlere,  Türkmenler ’in yerleştirilmesinde sayısız yararlılıklar göstermiş, bu kentlerde lonca üyeleri olarak oluşturdukları manevi yardımlaşma topluluğu ile yerlerini almışlardır.

AHİ ŞEYH EDEBALİ

Halil İnalcık’a göre de; Orta-Anadolu’da 1240’larda Selçuklu Devleti’ne karşı Vefâî dervişlerinden Baba İlyas etrafındaki Türkmen ayaklanması şiddetle bastırılmış. Babaî Dervişleri, Uçların en uzak noktalarına, bu arada özellikle Osmanlı topraklarına kaçıp sığınmıştır ki,   Uçlara gelen bu tarikat adamlarından biri olan Ede-Bali’dir. (Bakınız:Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa 38)

Yine Kırşehir tarih çalışmalarına özellikle yoğunlaşan  Prof. Dr. Mehmet Fatih Köksal;Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Edebalı’nın da aslında Kırşehir’in İnaç köyünden olup sonradan Kırıkkale Balışeyh’e yerleştiğine dair belgeler bugün elimizdedir.” diyerek  “Özellikle Hacı Bektaş, Şeyh Edebalı ve Ahi Evran’ın yakınlıklarına ilişkin kaynaklar peyderpey gün yüzüne çıkmakta”olduğuna dikkat çeker.

Nitekim bu zamanda Ahi Şeyh Edebali‘nin yeğeni Ahi Hasan, öne çıkar. Ahi Hasan, Osman Beyin seferlerine katılır. Bursa‘ya yerleşerek bir tekke yaptırır. Osman Bey öldükten sonrada mirasın bölüşümünde hazır bulunur. (103)

Aşıkpaşazade; Osman Gazi zamanında ulemadan Dursun Fakı‘yi dervişlerden de Baba Muhlis‘i,Osman Gazi‘nin kayınatası Şeyh Edebali’yi ve de Ahi Hasan‘ı kerametleri olan duaları makbul azizler olarak gösterir.(104)

Âşık Paşaoğlu’nun “duaları makbul ve kerametleri zahir olmuş azizler” dediği bu kimseler, Osmanlı ile Anadolu‘yu birbirine bağlayan yegane köprüdür.

Şeyh Edebali son zamanlarda kızı ve torunu Alaaddin‘le birlikte Bilecik‘te oturmuş. Bilecik‘e bağlı Kozağaç köyünün öşür, hasılat ve bunların iaşesi de kendilerine tahsis edilmiştir.(105)

Şeyh Edebali‘nin kızı ve Osman Bey‘in karısı Rabiya veya Bal Hatun, kendilerine verilen köyü tekkeye vakfetmiştir.(106)

Sapanca bölgesinde Süleyman Paşa, bir köprünün yapımı için topraklar vakfetmiş, yönetimine de Ahiler‘i getirmiştir.

Orhan‘ın oğlunun anısına İznik‘te yaptırdığı zaviye, Karaoğlan takma adını taşıyan Osman İbn Yusuf’ça yönetilir. Onun bir oğlu olan Ahi Mustafa da, yöneticilik görevini babasının ölümünden sonra üstlenmiş, Orhan‘ın kızı Hatice de Ahi Turca yararına bir zaviye yaptırmıştır.

İbn Batû da Anadolu’yu dolaşırken Balıkesir‘e, Güre‘ye ve Geyve‘ye gelerek Mudurnu’da da Ahilerin baktıkları bir zaviyede kalmıştır.(107)

Ahiler, Osmanlı toplumunun kuruluş döneminde işin bizzat içinde ve güçlü bir konumda olup, ölen hükümdarın yerine kimin geçeceği noktasında da söz sahibi olmuşlardır. Nitekim Orhan Bey’i beylik makamına Ahiler getirmiştir.(108)

 ALPERENLİK; AHİLİK ÖRGÜTLENMESİYLE DE ALAKALIDIR.

 Bektaşilik, Sünniliğe ve medrese iskolastiğine karşı cephe almış, Haydariler, Abdallar, Kalenderiler gibi benzer düşünceye sahip kitleler arasında yayılmıştır. Bektaşi edebiyatında da görülebileceği gibi toleranslı bir ruha sahip olması nedeniyle de kalabalık taraftarlar bulmuş, Horasan‘a erenlerinin savaşçı vasfı dolayısıyla da askeri zümre tarafından kendilerinden faydalanılmış, Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarında bunların ileri gelenlerinin birçoğu savaşlara katılmış ve “Alperenler” diye anılmıştır ki, söz konusu Alperenler Ahilik örgütlenmesiyle de alâkalıdır.(109)

Halil İnalcık; “Eski Osmanlı rivayetlerinde alplar, alp-erenler ve ahîlerin Osman Gazi’nin en yakınları olarak gösterildiğine” dikkat çekerken, “Rivayette Osman, bir Babaî “halifesi” olan Şeyh Ede-Bali’nin, bu tam bir ahî âdeti olarak irşadı ve beline gaza kılıcını bağlayıp gazi olup, gazâ akınlarına başladığını, bu durumun Alplar’ın Orta-Asya Türklerindeki kahramanlık geleneği ile bağlantılı olduğunu” belirterek, “Kırşehirli Âşık Paşa’nın Garibnâme’de alp olmak için dokuz şart aradığını, bu şartlarında Şecâat, kol kuvveti, gayret, iyi bir at, hususi bir kıyafet, ok yay, iyi bir kılıç, süngü, uygun bir yoldaş olduğunu” hatırlatır.(Bakınız Prof. Dr. Halil İnalcık Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016 Sayfa:35)

İslam’dan önceki dönemlerde Türkler arasındaki savaşçı kahramanlara “Alp” ya da “Alp-eren” denilirdi ki, bu niteleme Türk halkının adeta model kahramanıdır. İslam‘dan sonra bu “Alp”lik yerini “Gazi”liğe bırakmış, “fetihleri İslam’la da siyasa eden” bir niteliğe bürünmüştür. (110)

Trakya ve Balkan ülkelerinin Türkleştirilmesinde ve İslamlaştırılmasında dervişlerin önemli katkıları oldu.

 KANUNİ DÖNEMİNDE AHİ VE BEKTAŞİ ZAVİYELERİ

 Savaşlar sonrası, fethedilen yerlerin yeniden inşası ve işletilmesi gerekiyordu. Dervişlerin asıl faaliyetleri o zaman başlıyordu. Onlar düzenleyici ve insancıl davranışlarıyla halkın gönlünü kazanıyorlar, askerlerin gücüne olan ihtiyacı azaltıyorlardı. Hoşgörülü ve uzlaştırıcı bir davranış içinde oldukları için başarılı oluyorlardı.

Kolonizatör dervişler, çoğu zaman Bektaşi tarikatına bağlıydılar. Ya da Bektaşilere yakın olan Ahi ve Abdal gruplarından geliyorlardı. (111)

Osmanlı’nın ilk yıllarında birçok yüksek görevler için Anadolu kentlerinden yardımcılar getirilmiş, bu kentlerin başında da Kayseri, Konya ve Sivas’la birlikte Kırşehir de yer almıştır.

Kanuni Sultan Süleyman dönemi Anadolu tapu (tahriş) kayıtlarında, Anadolu’da 623, Karaman’da 272, Rum’da 205, Diyarbakır’da 14, Dulkadir’de 57, Paşa Livası’nda 67, Silistre’de 20, Çime’de 4 olmak üzere toplam 1262 Ahi ve Bektaşi zaviyelerinin faaliyette bulunduğu gözlenmektedir.(112)

Osmanlı kuruluş yıllarında Anadolu’da yaygın bir şekilde rastlanan Heterodoks tarikatların siyasal üst yapı üzerinde ciddi bir etkileri bulunduğunu düşünmek gerekir.

Ortaçağın bütün Türk-İslam devletlerinde görüldüğü gibi bir “kapıkulu” yaratmak çabasına girilmiş, bu kapıkulu beylik, imparatorluğa dönüştükçe kendi halkının geleneği, dili, kültürü ile değil, “Osmanlı Sarayı’yla kaynaşmış, böylece Anadolu dokusunda başlangıçta egemen olan etkin güçler, saf dışı edilmiş, Türkmen aristokrasisinin de, Ahiler ‘in de ağırlıkları ve fonksiyonları ortadan kaldırılmıştır.(113)

Her ne kadar Ahiler ‘in Anadolu‘ya beraberinde getirdiği kültür, şeriat noktasında İran izleri taşıyorsa da, Türkler ‘in eski dinleri olan Şaman kültürü ile de Anadolu’nun eski uygarlık kültürleriyle de komple bir sentezdir.

Anadolu’da bugün artık tarihe mal olan tekke ve dergâhların iç dünyası, sosyal yaşamı, tarihsel süreç içinde oynadıkları rolleri, objektif bir şekilde incelendiğinde Arap-Acem kültür zorlamalarında sunulduğu gibi ahretlik bir kurum olmadıkları çıkar ortaya.

Her ne olursa olsun, Ahilik; kökleri Türk yurdunda, Orta Asya‘dan gelen İran’da biraz da şeriat kaidelerinden etkilenerek ve sonuçta Anadolu’da devleşerek gerek Selçuklu Hükümdarları iktidarlarında, gerekse Moğol istilası ve sonrasında Türk kavminin zaruretleri ve ihtiyaçlar karşısında yarattığı sosyal, kültürel ve hatta siyasal bir mevzilenme biçimidir.

Aynı tarihsel sürecin farklı ekolleri de olsa aynı topraklarda yeşeren Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evren, Tabduk ve Yunus Emre’yi, Âşıkpaşa’yı, kısaca Anadolu’nun ve Kırşehir’in bu ışık tomarlarını birbirinden bütünüyle koparmak etle tırnağı ayırmak gibi bir yanlış olsa gerek. Selçuklu devrinin ağır basan Farsça ve Arapça dil ve kültürüne karşı, sonuçta Türk kültürü ile dikilen bu büyük insanları Kırşehir sürekli anmakta ve unutmamaktadır.

 Bu Makale içeriği itibariyle ; Gazi Üniversitesi Ahilik Araştırma Merkezi’ince düzenen;“1.Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik Araştırmaları Sempozyum ”unda (12-13 Ekim 2004)  Adnan Yılmaz’ın “DÜZENSİZLİĞİN İÇERİSİNDE, DİRLİK VE DÜZENLİK ADAMI OLARAK AHİ EVREN VE AHİLİK.” Başlıklı Bildirisidir..Sözkunusu sempezyum da toplamda 83 bildirinin yer aldığı iki ciltlik kitap da; Gazi Üniversitesi Ahilik Kültürü Araştırma Merkezi ve Kırşehir Valiliğince 2005 yılında bastırılmıştır..

 

 

 

 DİPNOT-KAYNAKÇA:

1 II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, 1999 Ank. S. 23, “Manzum Bir Fütühname”, Yrd. Doç. Dr. Nuran Altuner

2  1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996.

3 “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirel Bir Bakış” s. 134- 138, Prof. Dr. A. Yaşar Ocak. 3 Agy,s.l35

4 II. Uluslararası Ahi Kültürü Sempozyumu Bildirileri,  1999 Ank. S.  193 “Ahilik,
Toplum, Devlet”, Prof. Dr. Halil İnalcık.

5  Antalya IV. Selçuklu Semineri Bildirileri- Antalya Valiliği Yayınları 1993 Antalya
“Selçuklular zamanında Antalyada Ahiler” Doç. Dr. Mikail Bayram s. 45

6  Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, 2. Baskı Kırşehir il Basımevi, 1947 s.93

7 Ahilik, Dr. Yusuf Ekinci, 1989 Ank. s.27-28

8  Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı, Nejat Birdoğan, 1995 İst. s. 165

9 Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Prof .Dr. Ali Sevim TTK Basımevi, 1993 Ank.s. 18

10 Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan 5. Baskı 1998 İst. s.445

11 1.Ahilik, Dr. Ömer Uluçay, 1. Baskı, Gözde Yayınevi, 1997 Adana s.5

12  Türkiye Tarihi, Prof. Dr. Ali Sevim Prof. Dr. Yaşar Yücel TTK Basımevi, 1991 Ank. c.l s. 123

13  Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail
Bayram, 1987 Konya, S. 14

14  Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 30

15  Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr Osman Turan, 1998 İst. s.425

16  Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin hemen 3 km. kuzeyinde yer alan “Çepni” adlı bir köy bulunmaktadır. Bu köy Malya Ovası yakınlarındadır. Tam da bu noktada Cevat Hakkı Tarım’ın görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Cevat Hakkı Tarım, Fuat Köprülü’nün Çepnilerin Babai Türkmenlerinin bakiyeleri dediğini hatırlatmakta,Babailerin Malya Ovasında kılıçtan geçirildiğine ve bu Icöyün Malya Ovasına yakınlığına dikkati çekmektedir. Nitekim Cevat Hakkı Tarım’ın da belirttiği gibi bu köy halkının Alevi oluşu bunların “Babai Türkmen topluluğunun bakiyeleri olduğundan şüphe edilmez” (Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir İl Basımevi, 1947, s. 18).

17  Oğuzlar (Türkmenler), Prof. Dr. Faruk Sümer Ank. Üni. Basımevi, 1967 s.318

18  Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.l s.59

19  Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, Paul VVittek, Pencere Yayınları, 1. Baskı İst. s.44

20  Selçuklu Tarihi, İbrahim Kafesoğlu, M.E.B yay. 1992 İst s.70

21    Hoca Sadettin Efendi’ye göre, bu savaşta Rum diyarının padişahı olarak II.
Keyhüsrev’in 75 bin kişilik ordusuna karşılık Moğol ordusu 45 bindir (Tacüt-Tevarih,
Hoca Sadettin Efendi, Hazırlayan İsmet Parmaksızoğlu, 1999 Ankara, Cilt 1, S. 30).

22   Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Prof. Dr. Ali Sevim, TTK Basımevi, 1993 Ank. s. 181

23   Esasen Baycu Noyan Kösedağ’da Selçuklu ordusunu bulamayınca bir savaş hilesi sezerek süratle takibe koyulmuş ise de ne Sultana nede askerlerine rastlamış, böylelikle Sivas’a girmiştir. Zamanın büyük alimlerinde olan ve Sivas kadısı bulunan Kırşehirli Necmettin daha önceleri Moğol istilası sırasında Hârizm’de bulunmuş, orada Sultan Muhammed Hârizmşah’ın mağlubiyetinden sonra Türkistan şehirlerini nasıl tahrip ve toplu katliamlara uğratıldığını görmüş ve orada Moğollara giderek iltifatlarına nail olmuş.Birde yarlığ almıştı (Selçuklular zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.439-440).

24-Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.440

25 Baciyan-ı Rum (Anadolu, Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Mikail Bayram, 1987 Konya, s. 19

26 Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.440

27 age., s.440

28 age., s.441

29 Anadolu Aleviliği’nde Yol Ayrımı, Nejat Birdoğan, Ekim 1995 İst, S. 306

30 Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.441-442

31 Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.ls.58

32  Antalya IV.Selçuklu Semineri Bildirileri, Antalya Valiliği Yayınları, 1993. Antalya
s.86-87 (Babalı Ayaklanması sonrasındaki Anadolu Abdullah Tekin)

33  Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.445

34 Anadolu’nun Türkleşmesi Sürecinde Türk Soy, Boy, Oymak ve Cemaatleri ile Kırşehir, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Günşen, 1997 İst. S. 63

35  Kırşehir Güldestesi, Mehmet Önder, Filiz Yay. No:7 1976 Ank. s.46

36  Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.ls.32

37  Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.451

38  Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.263

39  Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, 1995 İst. c. 1 s. 154-155-156

40  Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.265

41  Türkiye Tarihi Prof. Dr. Ali Sevim, Prof. Dr. Yaşar Yücel, TTK Basımevi, 1991 Ank. s. 129

42 age.,s.l31

43 Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, ö.baskı c4

44 Mevlevi kaynaklarındaki bir fıkraya göre Kırşehir Valisi Muiniddin Pervane’nin yakın dostu ve Mevlana’nın müridi olan Nureddin Caca bir gün Konya’ya gelmiş ve Hacı Bektaş’ın şekle kıymet vermediğini, namaz kılmadığını, bir gün onun yanında kılmak gerektiğini ve ona su getirdiğini söylemiş “Hacı Bektaş meşrebeyi elime verdi ve dök dedi. Ben dökerken temiz suyun kan haline geldiğini gördüm ve hayret ettim.” der. Bunun üzerine Mevlâna “Kâşki kanı su yapsa idi; zira temiz suyu kirletmek hüner değildir”cevabını vermiş (Eflaki-Menâkıb 1. S.497-498 – aktaran Osman Turan Selçuklular zamanında Türkiye İstanbul 1998 s.426/35). Burada suyun kan haline dönüşemeyeceğini belirtmeye bile gerek yok. Ancak Mevlevilerin Hacı Bektaş’ı tenkit ederek Babailere ve Babai İsyanına gönderme yaparcasına bir fıkra uydurduğu ve Bektaşileri yermeye çalıştığı açık olmakla birlikte bu fıkradan Pervane’nin Nurettin Caca ile ilişkilerinin olduğu aynı dönemde Hacı Bektaş’ın da Nurettin Caca ve Pervane ile temasları olduğu ortaya çıkmaktadır.

45  Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.l s.43-44

46  Selçuklular Zamanında Türkiye, Osman Turan, 5. Baskı, 1998 İst. S. 639-640

47  Mevlana Celâleddin, Prof. Dr. B. Fürüzanfer, M.E.B. Basımevi, 1986 İst. s. 188-189

48  Bu Kadıncık Ana, Âşıkpaşaoğlu’unda bahsi geçen Baciyan-ı Rum örgütünün başı olup,
bu örgüt bacılarca (kadınlarca) kurulmuştur. Çoğu tarihçiler sunni İslam’ın etkisinde
kalarak sözü edilen dönemde kadınların tarikat kuramayacağını iddia ederek
Âşıkpaşaoğlu’nun abartılı davrandığını ileri sürerler.

49  Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, TTK Basımevi, 1998 Ank. s.139

50  Anadolu Aleviliği’nde Yol Ayrımı, Nejat Birdoğan, Ekim 1995, S. 304, 305, 306, 307,308

51  Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.l s.44

52  Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınlan, 1979 İst. 1 s.32

53  Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.l s.34

54  Umumî Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, İst. Ünv. Ed. Fak. Yayınlan, 3. Baskı 1981 İst.s.238

55  Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi Prof. Dr. Mustafa Akdağ Cem Yayınevi, 1995 İst. c.l s.180

56   Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Mikail Bayram, 1987 Konya, S. 43

57  age., s. 45

58 age., s.44-45

59 II. Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, 1999 Ank. S. 189

60  Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail Bayram, 1987 Konya, s. 42,43

61  age., s. 42, 43

62 Mevlâna Celaleddin, Prof. Dr. B. Fürüzanfer, M.E. Basımevi, 1986 İst. s.(103)

63 Şeyh Evhadü’d-din-Hamid El-Kirmani Evhadiyye Tarikatı-Mikail Bayram Konya 1993

64 Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst s.524

65  Cevat Hakkı Tarım, Dr. F.N. Uzluk’un “Mevlâna’nın Mektupları” adlı eserindeki bu
mektubu Türkçe’ye çevirenin B. Ahmet Remzi Akyürek olduğunu duyurarak mektubu
yayınlamıştır. Mevlana bu mektupta şöyle demektedir:

“Kapılan açan Allah’tır. Cenabı Allah günahtan sakınıp kendinden korkanlarla ve ihsan edenlerle beraberdir.Allah’tan korkan, hayır işleyen, temiz düşünceli, zahid, âbîd, ahireti talip, iftihare lâyık sıfatlar sahibi, Allah’ın emirlerine ta’zim ve hududunu muhafaza eden, işleri lâtif, sözleri şerif, iki alemde beylerin müftabir olduğu, en büyük emir (Nural-al devlet-i ved-din) hazretlerini âli meclisi safada olup Cenabıhak yüceliğini daim kılsın. Garip ve acip hayırlar, nadir iyilikler yaparak, hakka tazim ve hürmetin inceliklerine riayet ederek sayısız yıllar baki olsun. Saatlar yenilendikçe, vakıtlar birbiri ardınca geldikçe bu muhlis duacıdan çok selâm ve dua kabul buyursunlar ve (onların alametleri secde eserinden yüzlerindedir.) ayeti kerimesine mazhar olan, âleme zeynet veren simalarına mülakat arzumuzun galip olduğunu bilsinler, hayırlı mülakat husule gelsin.Cenabıhak işlerini düzeltsin. İhlaslı oğlumuz Nizameddin’in hâli bildirilmek lâzım geldi: pek çok zararlara uğramıştır. Bundan dolayı da dostların gönlü yaralı ve hastadır. Taraf-ı âlinize yönelip gitti. Sizin yardımınızdan ve küçükleri okşamak adetinizden ve lutfunuzdan umulan odur ki geçmiş zamandaki kendi kaideniz veçhile iltifat ederek elini tutup yardımda bulunula. Netekim bundan evvel de lütuf buyurulmuştu. Ve Allah rızası için kendine acıtmıştı. Tanrı katında zayi’değildir. Ve kabul buyurulmuştur. Cenabıhak bir zerre mikdan asla zulûmetmez. Dünya ahiretin ekeneğidir.Allah yollarında mallarını sarf edenlerin hâli her biri yüz buğday verip yedi başak hasıl eden bir buğday danesine benzer. Ekme çağı geçmeden, orak vakti bitmeden pek fazla çalışarak işe başlamak ve hayır tohumlarını ekmek akıl ve iman yönünden vacib ve farzdır, Alelhusus aziz oğlumuz Nizameddin’in şenlerin Sultanı, hakkın ziyası, kalplerin nuru, zamanın cüneydi (Cenabıhak ömrünü uzatmakla Müslümanları failendirsin). Hüsameddin hazretlerini hısımlığı ve karabeti vardır.Cenabı hakkın bir takım şerefli kulları vardır. Onların yer yüzündeki mahal ve mevkileri yağmur gibidir, karaya düşerse buğday, denize düşerse inci çıkarır.Umarım ki bütün muhtaçlar hakkında meşur ve marut olup onları şakir ve zahir kılan terbiye ve ihsanınızla Nizameddin oğlumuz dahi hıfız ve himayeniz ve aşın derece inayetiniz sayesinde sevinçle, selâmetle ve ganimete nailiyetle geri gelsin de bu daiye ve fukaranıza minnetler, size de hadsiz hesapsız sevap ve sena hasıl olsun. İnşaallah-ı Taalâ.”

66  Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.522

67  Kastamonu Tarihi-Talat Mümtaz Yaman, İst. 1935 s. 87

68  Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.332

69  Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınlan, 1979 İst. s.263^265

70  age.,. s.282

71   Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur EL-DİN’in 1272 Tarihli Arapça – Moğolca Vakfiyesi,
Dr. Phil. Ahmet Temir, TTK Basımevi, 1959 Ank. s. 157

72 age.,. s. 180-181

73 age., s.199

74 Mevlana Celaleddin, Prof. Dr. B. Fürüzanfer, M.E. Basımevi, 1986 İst. s. 184

75 Umumî Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, İst. Ünv. Ed. Fak.
Yayınları, 3. Baskı 1981 İst. s.318-319

76  age.,. s.484/20

77 Vilayetname-i Hacı Bektaş- Hacı Bektaş Veli’nin Hayatı, 2. Kitap emek basım Yayım Evi 1959 Ankara

78 Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail Bayram 1987 Konya, S. 20

79  Oğuzlar (Türkmenler), Prof. Dr. Faruk Sümer, Ank. Ünv. Basımevi, 1967 s. 159

80  Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınları, 1979 İst. s.281

81  Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, c.ls. 16

82  Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, c.l s. 16

83 Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınlan, 1979 İst. s.282

84 Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Cem Yayınevi, İst.1995 c. İs. 160

85        Selçuklular Zamanında Türkiye, Prof. Dr. Osman Turan, 5. Baskı 1998 İst. s.562

86        Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.381

87 Osmanlılardan Önce Anadolu Türkleri, Claude Cahen, E Yayınlan, 1979 İst. s.283

88  Selçuklu Tarihi, İbrahim Kafesoğlu, 1992 İst. s.l 18

89  age.,. s. 117-119

90  Oğuzlar (Türkmenler), Prof. Dr. Faruk Sümer, Ank. Üni. Basımevi, 1967 s. 159

91  Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.2 s.383

92  Selçuklular Zamanında Türkiye, Osman Turan, 1998 İst. S. 651, 652, 653

93  1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1996. “Ahiliğin Ortaçağ Toplumuna Etkileri, Prof. Dr. Neşet Çağatay s.39

94 Baciyan-ı Rum (Anadolu Selçukluları Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı), Dr. Mikail
Bayram, Gümüş Matbaası, 1987.Konya

95   Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Toktamış Ateş, Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s. 162-163

96    “Çandarlı”.   Uzunçarşılı,   İA   c.3   s.351-357   Aktaran   Toktamış   Ateş,   Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı s. 138

97  Devlet teşkilatı   olmayan   yerlerde   yönetim   işlerini   de   birçok   yerde   Ahiler üstlenmişlerdir (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Fuat Köprülü s.216/45).

98  Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Fuat Köprülü s.216/45

99  Aktaran Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s. 139

100  II. Uluslararası Ahi Kültürü Sempozyumu Bildirileri, S. 72, “Günümüz Ankara’sında Ahilik’ten Kalan Gelenekler”, A. Esat Bozyiğit

101   Bu Mülkün Sultanları, Necdet Sakaoğlu, Ocak 2000, S. 45

102  Tacüt-Tevarih, Hoca Sadettin Efendi, Hazırlayan İsmet Parmaksızoğlu, 1999 Ank. C. 1, S. 110

103   Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi, 1995 İst. c.l s.37

104   Âşık Paşaoğlu Tarihi, Atsız, M.E.B 1992 Ank. s. 163

105   Büyük Osmanlı Tarihi, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, TTK Yayınevi, 6. Baskı c. 1 s.261

106  age.,c.ls.561/l

107 Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Robert Mantran, Cem Yayınevi,, 1995 İst. c.l s.37-38

108  Orhan Bey, Tayyip Gökbilgin, İA c.9 s.399-408 Aktaran Toktamış Ateş. Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s. 138

109  Selçuklu Tarihi, İbrahim Kafesoğlu, 1992 İst. s.l 14

110  II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri, 1999 Ank. S. 25, “Manzum Bir Fütühname” Yrd. Doç. Dr. Nuran Altuner

111  Yol Bilim, Kültür Araştırma Dergisi, Mart -Nisan 2000. 4, irene Melikof “Bektaşiler ve İlk Osmanlılar” s.2. I. Melikofun XIII. Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmanın özetinden alınmıştır.

112 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (13-15 Ekim 1993 Ank.) Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1996, “Anadolu Aleviliğinin bugününe Ahiliğin Etkileri” NejatBirdoğans.18

113 Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, Toktamış Ateş, Ümit Yayıncılık 2. Baskı 1994 Ank. s. 172

 

 

 

 

 

 

 

 

 

error: Emeğe Saygı Lütfen.